İslamî Paradigmayı Anlamak

ÜMMET

Allah’ı unutmamak ruhsal zindeliğimizin, yaşama sevincimizin, saâdet ve mutluluğumuzun temel şartıdır. Yüce Yaratıcımızın beğeneceği bir hayat yaşamak O’nu sürekli gündemde tutmakla mümkün oluyor.

Kur’an-ı Kerim, “Allah’ı hiç hatırdan çıkarmayın ki ebedî mutluluğa ulaşabilesiniz” buyurur. (Cuma sûresi, 10)

İnsan ruhuyla Allah (c.c.) arasında kuvvetli bir bağlantı vardır. Bu bağlantı azaldıkça insan hem saadetini, hem de ahlâkını zayıflatıyor. Allah’ı zikretmekten maksat kaygımızın Allah olması, O’nun rızasını celbedecek bir hayatın yaşanması, gönlümüzün O’nun sevgisiyle dolu olmasıdır diye düşünüyorum.

İnsan, “Allah’ı unutma suçu” işleyince ceza olarak Allah da insana kendini unutturuyor. (Haşr sûresi, 19) İnsanın kendini unutması demek temel meselelerini hiç umursamaması demektir. Temel mesele dediğimizde varoluş gayemizi, hayatımızın bu gayeye uygun yaşanmasını kastediyoruz. Hayat nedir, ölüm nedir, ölüm ötesi nedir? Bu suallerin çok hayâtî sorular olduğunun bilinmesi gerekir.

ALLAH'I UNUTMAMAK

Allah’ı unutmamak ruhsal zindeliğimizin, yaşama sevincimizin, saâdet ve mutluluğumuzun temel şartıdır. Yüce Yaratıcımızın beğeneceği bir hayat yaşamak O’nu sürekli gündemde tutmakla mümkün oluyor.

Yasin sûresinin yirmi ikinci âyetinin meâli şöyledir: “Hem ben, beni yaratana, dahası hepinizin huzuruna varacağı Yüce Allah’a neden kulluk etmeyecekmişim?”

Bir Müslüman olarak bu âyet-i kerime üzerinde azıcık düşündüğümüzde, hayata gelmiş olmak Allah’ın (c.c.) lütfu olarak karşımıza çıkıyor. Yaratılmış olmak yaratandan dolayı, O’nun kulu olmaktan dolayı şerefli olmaktır. Yüce Kudret’e gönül vermek yücelmektir. “Hakk’a tapıp hakkı tutmak” çok yüksek bir mertebedir. Yaratılmış olmak Cennet’e girmeye aday olmaktır. Yaratılmış olmak yeryüzünün, “kitab-ı kebîr-i kâinat”ın okuyucusu, Yüce Allah’ın talebesi olmaktır. Yaratılmış olmak yüce Allah’a muhatap olmaktır. Bu muhatap oluş bizi hayranlığa, hayranlık da teslimiyete ve kulluğa götürmüştür. Kulluk, yaratılmış olma nimetinin şükrüdür.

Yerlerin göklerin ve bu ikisi arasındaki her şeyin sahibi Yüce Allah olduğundan Âdem’in evlatları olarak bizler, sadece emanetçiyiz. Ölümlü dünyada hiç bir şeyin gerçek sahibi değiliz. Günün birinde emanetleri gerçek sahibine bırakıp başka alemlere çekip gitmek zorundayız.

Yerlerin göklerin sahibi Yüce Allah olduğu gibi vücudumuzun da, çoluğumuzun çocuğumuzun da, malımızın mülkümüzün de sahibi O’dur.

Vücudumuz dahil her şey bize bir emanetse, emanetlerin nasıl kullanılacağını da elbette âlemlerin sahibi belirleyecektir. İşte bu noktada “yaşamanın bir hak değil, bir vazife olduğu” ortaya çıkıyor. “Yaşamak bir haktır” dediğimizde, “ne verdin de bu hakka sahip oldun” diye sorarlar adama. Bu sualin cevabı yoktur. Dahası “yaşama hakkımdan(!) feragat ettim” de diyemiyoruz. Haklarından feragat etmek, takdir edilecek bir durumken hayat hakkı(!)ndan feragat çok büyük bir suç olarak kabul ediliyor.

HAYAT VAZİFESİ

İntiharın suç oluşunun başka sebepleri de vardır ama, “hayat vazifesi”nden kaçış olduğu kesindir. Bu, vazifeyi verene bir isyan anlamı taşıyor. “Senin verdiğin rolü beğenmiyorum” demektir. Vazifeden kaçılmaz. Vazifeyi ifâ için planlı programlı, ciddi ciddi çalışılır.

Hayat bir vazifeyse, elbette vazifenin mahiyetini vazifeyi veren belirleyecektir. Kullandığımız her bir şeyi emanet olarak istifademize sunan Yüce Allah elbette hayatın nasıl yaşanacağını bize anlatacaktır. “İhdina” talebimize “...hüdenlilmüttekîn” diye cevap vermesi bundandır. (Bakara sûresi, 2)

Yüce Allah, yarattıklarının pek çoğundan üstün kıldığı, tâbir câizse “özene-bezene yarattığı” insanın, elbette yüksek bir hayat yaşamasını isteyecektir. Bir koyun hayatı yaşamasından memnun kalmayacaktır. Kur’ân dolusu kurallar göndermesi de, şanlı şerefli resuller göndermesi de bundandır. Donanımı çok yüksek olan insan kendini yok yere harcamamalıdır. Yüce Allah’ın muhatap aldığı insan “hazdan ve hızdan” öteye bir değer tanımazsa bu yürekler acısı bir harcanıştır. Böyle bir ilkellik, yüce makama muhatap olamamaktır. Yüksek düzey bir hayat algısına sahip olanlar, basit düşünceli insanlarla neyi konuşacaklardır? Belli ki, bir “koyun hayatı”na razı olanları, Yüce Allah hatırlanmaya değer bulmayacaktır, üstünü çizecektir. Dahası, mevcut donanıma rağmen işin ciddiyetini kavramaya neden yanaşmadığının hesabını soracaktır.

“Bir vazife süreci olan hayatta” bizden beklenen nedir?

Bu suale Kur’ân azîmuşşân’dan cevap ararken Müddessir sûresinin ilk yedi âyeti dikkatimi çekiyor.

DİKKATİNİ OLMAYACAK YERLERE YÖNLENDİRME!

Bu âyet-i kerimelerde Hazreti Peygamber alınarak Ümmet’in geneline hitap ediliyor.

Anladığımız şudur:

“Ey dağları sarsacak ağır sorumluluklar omuzlamanın getirdiği kaygılarla evine ve içine kapanmış insan; bu kapalı yerde kaygılarını dağıtamadığın gibi, bir mesafe de alamazsın. Hele sen bir harekete geç. İşe münasip bir yerinden başla. Sana verilen ilkeleri hayat alanına taşımaya başla. Geçim yüküne ilâve olarak bu gayretlere de soyun. Sıkıntı ve harcanışlarla dolup kalmış yeryüzünü yaşanılır hâle getirmenin gayretine gir. Beğenmediğin hayatın beğenilir, yaşanmaya değer hâle gelmesi için bir dizi çaba harca. Evet seni çok ağır bir vazife ile vazifelendirdik. Bütün dünya sana karşı ama o zorluklar Benim kudretim karşısında hiç kalır. Hem seni gücünü aşan şeylerden sorumlu tutmuyoruz ki. Sen sadece benim ululuğuma dikkat kesilip ismimi dilinden, sevgimi gönlünden eksik etme. Çok ağır bir vazife omuzladın ama sınırsız imkânlara sahip dostun, yardımcın, seni koruyup kollayan Rabbin var.

Vazifeyi veren Benim. Her halinden haberdarım. Seni çok ciddiye alıyorum.”

İmdi, böylesine yüce, böylesine nezih, böylesine temiz bir davaya çağıran insan içiyle dışıyla pırıl pırıl olacaktır. Din davasını kin davası haline getirmeyecektir. Kalbin çok yüce hislerle, Allah ve insan sevgisiyle, hayret ve hayranlık duygularıyla dolu olacaktır. Bunun için “ağyârı dilden” süpürmek gerekir. Süpür ki Hak tecelli etsin. Tecellî etsin ki kendini yalnız ve çaresiz hissetmeyesin. Yüce Dost hep seninle olsun.

Ey Muhammed ve ey Ümmet-i Muhammed! Hak hakikat uğrunda, Allah yolunda sarf ettiğin gayret, katlandığın yorgunluk ne nispette olursa olsun, bu fedakarlıkları çok görme. Din davası sıradan bir dava değildir. “Hak-hakîkat yoluna çıkanlar için gemiler yanmıştır.” Elbette büyük fedakârlıklar olacaktır. Ne yapıyorsan Allah hatırına yap. Senin Allah gibi candan bir dostun yok. Ne bekliyorsan O’ndan bekle. Dikkatini olmayacak yerlere yönlendirme. Sevgin için yanlış adresler belirleme. Bu, tevhidi zedeler, şirke kapı aralar.

Kaynak: İdris Arpat, Altınoluk Dergisi, Sayı: 389