'islam Medeniyeti'ne Nasıl Ulaşılır?

Cemiyet Hayatımız

Medeniyet; şehirleşmek, şehir hayatını seçmek ve şehirliliği benimsemek anlamında arapça bir kelimedir. Medîneli olmak anlamına gelir. Arapçada Medeniyet yerine bedevîliğin zıddı olan “el-Hadâra” (yeşillik) kavramı kullanılır. Göçebelikten kurtulup yerleşik hâle gelmek, sahrâdan çıkıp vâhâ’nın yeşilliğini tercîh etmek demektir.

Osmanlıcada ise Medeniyet karşılığı “İmrân, ümrân, îmar ve mamûr” kelimeleri kullanılmıştır. Bizde 19. yy’dan itibaren medeniyet terimi “civilization” karşılığı kabul edilmiştir. Arapçada “et-temeddün” kelimesi de aynı kökten şehre gelmek ve yerleşmek, şehir halkının yaşayışını benimsemek ve şehirleşmek anlamındadır.

Bizde ise XIX. Asırdan itibaren “civilization” ile Medeniyet eş-anlamlı kabul edilmiştir. Halbuki civilization kelimesi, Uygarlıkla eş-anlamlıdır. Medeniyet yerine civilization’ı Batıda ilk kullanan Victor Mirabeau, (1757) bizde ise Tanzîmât Fermânı’nının meşhûr kahramanı Mustafa Reşit Paşa’dır. Sonraları “İslâm Ümmetinden, Türk Milletinden ve Garp Medeniyetindeniz” şeklinde sloganlaştırılmıştır.

Osmanlılarda Medeniyet kavramını tercîh edenler, genellikle Hristiyan Medeniyeti’ne karşı yerli bir İslâm Medeniyeti fikriyle ortaya çıkmış, geçmişe yaslanarak Batı kültürüne karşı direnmeyi temsîl etmişlerdir.

Medeniyet; Bir dünya görüşünün ve bir inanışın ete kemiğe bürünerek zaman ve mekân boyutunda görünür ve yaşanır hâle gelmesidir. Mimârîden mûsıkîye, mutfaktan ticârî hayâta kadar her alanda tezâhürüdür. İlim teorinin, teknoloji ise bilimin pratiğidir. Kültür nazariye ise medeniyet onun tatbîkâtıdır. Toplumun sinerjisini bir hedefe kilitleyen, ferdî ve toplumsal beklentilere cevap veren sistematiğe de Medeniyet tasavvuru denilir. Belki de medeniyet denmesi ve özellikle benimsenmesi, Nurlu Medîne’de kurulan İslâm Devleti’nin ve kısa sürede herkes tarafından imrenilen “asr-ı saâdet”’te yakalanan huzûrun, önce içimizde ve beynimizde, sonra da evimizde, mahallemizde, köyümüzde, ilçemizde, ilimizde, ülkemizde ve tüm dünyâda yaşanır hâle getirme gayreti diyebiliriz. Medîne-i Münevvere’de başlayıp dalga dalga dünyâya yayılan huzûr ve refah ikliminin benimsenmesi, kaynağını Kur’ân’dan ve Hz. Peygamber’in uygulamalarından alan bir anlayışın hayâta geçirilmesidir.

Medeniyetlerin kaynağı din, kültürlerin kaynağı ise milletlerdir. İnsanlığın tarih içinde geçirdiği tekâmül dikkate alındığında, her gelişmenin peygamberlerce başlatıldığı ve gerçekleştirildiği çok rahat görülür. İnsanlık tarımı Hz. Âdem’den öğrenmiş, Denizlere Hz. Nûh ile açılmış, Tekstil dönemini Hz. İdrîs ile idrâk etmiş, metalürji ve maden devrini Hz. Dâvûd eliyle gerçekleştirmiştir. “Biz Nûh’a dağ gibi gemiler yapmasını öğrettik.” “Davûd’un elinde demiri su gibi akıttık.” “Dâvûd’a (eriyen demiri kalıplara dökerek) zırh dokuma sanatını öğrettik.” Âyetlerinden anlaşıldığı gibi medeniyetlerin kurucu, koryucu ve geliştiricileri peygamberler olmuştur. Medeniyet Melekût âlemine, uygarlık mülk âlemine yönelik bir kavramdır. Medeniyette hikmet ve merhamet, uygarlıkta ise hiddet ve şiddet vardır. Bu yüzden Medeniyet ile Uygarlık aynı anlamda kullanılamaz. Nurettin TOPÇU, “Metafiziği olmayan milletlerin medeniyeti de olmaz.” derken konunun bu boyutuna dikkat çekmiştir.

İSLAM'IN GÜLÜMSEYEN VE GÜVEN VEREN YÜZÜ

Ülkemizde tekke ve zâviyelerin kapatılması İslâm’ın gönül tarafını görmezden gelen bir medeniyet tahribi operasyonu olarak devreye sokulmuştur. Halbuki İslâm, akidesiyle, ibadetiyle, hukukuyla ve tabii gönülü ne alışıyla hayatın ve çevrenin bütününe hitap eden bir me­deniyettir. Bir şefkat yor­ganı gibi bütün canlıları içine alan ve ısıtan, bir ana yüreği gibi her şeye ve herkese merhamet sunan bir rahmet medeniyetidir.

Medeniyet ve kültür konusunda ülkemizde yaşanan kafa karışıklığının ve zihniyet erozyonunun en etkili örneklerini şiirimizde, mimârîmizde ve mûsıkîmizde apaçık görmekteyiz. Medeniyetler çatışması şeklinde takdîm edilen kavganın ve kültürel sömürünün tesiriyle kendini entel sanarak geçmişine küfreden bir yerli mütegellibe gûya sanatçı kılığında ortaya çıkmıştır. İslâmofobia anlayışı ile çıldırmış bir medeniyet, haçlı zihniyetine yeni bir kılıf bularak karşımıza dikilmiştir. Bu mücâdeleye karşı direnmenin yolu, İslâm’ın estetik anlayışına sâhip çıkmak ve onu zenginleştirmek ve İslâm’ın gülümseyen ve güven veren yüzünü herkese göstermektir.

Kültür, toprağı sürüp işlemek anlamındaki “cultura” kelimesinden dilimize geçmiştir. Ziya Gökalp bir âyetten esinlenerek, “hars” kelimesini kültürün karşılığı olarak kullanmıştır. Ziraî faaliyetler insanlık için hayatî öneme sâhiptir. Bununla birlikte kültür, Batı dillerinde zamanla insanlığın şuûraltında biriken “yüksek umûmî bilgi” anlamını kazanmıştır. Buna göre, kültür, bir milletin yaşamasını kolaylaştıracak olan bilgi birikimi ise, medeniyet, bu kültürün istek ve ihtiyaçlarını karşılayacak ve beklentilerine cevap verecek şekilde maddî alanda ortaya çıkışıdır. Yani medeniyet, bir anlamda mad­dî kültürdür. Toplumların, gâ­yele­ri­ne ulaşmak için birer vâ­sıta olarak kullandıkları içtimâî, hukûkî ve ticarî kurumlar, kurallar ve kavramların görünen yüzüdür. Bilgiyi, îmânı, sanatı, ahlâkı, hukûku, örf-âdeti, cemiyetin bir üyesi olması dolayısıyla insanın kazandığı diğer bütün mahâretleri ihtivâ eden bir bütündür. Kültür daha çok belirli bir toplumun yaşadığı ve paylaştığı müşterek değerleri ve o toplumun manevî şahsiyetini ifâde eder. Bu değerlerle toplum, diğer toplumlardan ayrılır.

BATILILARA ŞİRİN GÖZÜKMEK İÇİN EZANI VE KELİME-İ TEVHİDİ DEĞİŞTİREREK BİR YERE VARAMAYIZ

Medeniyetler çatışmalı mı? Çatıştırılmalı mı? Yoksa bağlılarına verdiği huzûr ve güvenle yarışmalı mı? Yarıştırılmalı mı? Cevâbı aranması gereken en önemli soru bu. Kendisini güçlü zanneden bir medeniyetin zayıf diye nitelediği bir medeniyeti yok etmeye hakkı yoktur. İletişim teknolojisi ile küreselleşen ve köy kadar küçülen dünyâda, insanlığın aradığı doğrularla buluşmaya en yakın olduğu noktada, medeniyetler çatışması tezi araya bir kara hançer gibi saplanmıştır. Çâre, çatışmada değil yarışmada ve tartışmada, medeniyetimizi savunarak sunmadadır. İnsanlığın ortak medeniyet havzası toplumların birbiriyle gerçekleştirdikleri yoğun ilişki ve diyalogla zenginleşir. Aksi ise toplumların kaybetmesinin yanı sıra tüm insanlığın kaybı anlamına gelir.

Çatışma ve ayrıştırma her kesimin kendi içine kapanması ve savunma durumuna geçerek karşı tarafa kendini kapatmasıdır. Diyalog, hoşgörü, tolerans ve bir arada yaşama adına dinimizde değişiklik yaparak değil, inancımızı hikmeti ve gerekçeleri ile ortaya koyarak, karşı tezleri çürütmektir. Batılılara şirin gözükmek için ezanı ve kelime-i tevhîdi değiştirerek bir yere varamayız.

VAHYE DAYALI ESTETİK VE AHLAK MEDENİYETİ

Tarih boyunca yaşadığımız deneyimler insanlığın ortak yararının çatışmadan değil; diyalogtan geçtiğini göstermiştir. Tarih sahnesine çıkan tüm medeniyetlerin temel başarısı başka medeniyetlerin maddî ve kültürel birikimleriyle kurdukları temasta görülmektedir. İslam medeniyeti, diğer medeniyetlerden aldığı değerlerle insanlığın hânesine önemli değerler kazandırmış, zamanı gelince de bunu başka toplumlara taşımıştır.

Amerikan kültürünün bizi abluka altına almasına, medeniyetimize sahip çıkarak, geliştirip güzelleştirerek, bizi biz yapan değerleri benimseyip yücelterek ancak direnebiliriz. İslâmın vahye dayalı medeniyeti bir estetik ve ahlâk medeniyetidir. Bizde olmayanla övünmek ne kadar yanlışsa, olanı küçümsemek de bir o kadar zavallılıktır. Unutulmamalı ki istikbâl hep göklerde değil aynı zamanda köklerdedir. Geçmişimizden güç alarak geleceğe yürümek medeniyetimizi yeniden inşâ etmenin en geçerli yoludur.

Kaynak: Prof. Dr. İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi, 359. Sayı, Ocak 2016