İslam Dininin Temel Kaynakları

İSLAM

İslam dininin kaynakları nelerdir? İslamiyet’in kaynağı neye dayanır? Asli deliller nedir? Fer’i deliller nedir? Kısaca İslam dininin kaynakları.

Madde madde İslam dininin temel kaynakları.

İSLAM DİNİNİN KAYNAKLARI

İslâm dinine ait olup, dünyaya ve ahirete ilişkin bütün bilgi ve hükümler dört kaynaktan elde edilir. Bunlar sırasıyla Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas’tır. Bunlara dört delil anlamında “edille-i erbaa” veya şer’î deliller anlamında “edille-i şer’iyye” de denir. Diğer yandan bu dört delile “aslî deliller” adı da verilir. Bunların dışında “fer’î delil” denilen, bazı deliller daha vardır ki şunlardır: Maslahat, istihsan, örf-âdet, önceki şerîatler, sahabe sözü ve istishab. Aşağıda bu delilleri kısaca inceleyeceğiz. Böylece ileride ele alacağımız inanç, ibâdet ve güncel önemli bazı meselelerin hükümlerinin dayandığı deliller üzerinde temel bilgiler kazanılmış olacaktır.

A. ASLÎ DELİLLER

1. Kitap:

Kitap, Allah Teâlâ’nın, Elçisi Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirdiği, mushaflarda yazılıp bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, Fâtiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona eren Kur’an-ı Kerim’dir. Tercih edilen görüşe göre “karae” fiilinden bir mastar olup, kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Kur’an, yalnız bir inanç, ibadet ve ahlâk kitabı değil, hem inanç ve ibadet, hem de insanlar arası sosyal ve iktisâdî ilişkileri genel ilkeler hâlinde düzenleyen bir kitaptır.

Âyetlerde şöyle buyurulur: “Biz bu Kitab’ı sana her şey için bir açıklama, bir yol gösterme, bir rahmet ve teslim olanlar için bir müjde olarak indirdik.” [1] “Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” [2]

Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed (s.a.s)’e ilk olarak, 610 M. tarihinde tefekkür ve ibadet için çıktığı Hira mağarasında, Ramazan ayının Kadir gecesinde inmeye başlamış, Cebrâil (a.s) vasıtasıyla 22 yıl 2 ay 22 günde tamamlanmıştır.

İlk inen âyetler: “Oku, yaratan Rabb’inin adıyla. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Çünkü Rabb’in sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazı yazmayı öğreten O’dur. İnsana, bilmediğini de o öğretti.” [3] âyetleridir. Son âyet ise Veda Haccı sırasında, Zilhicce’nin dokuzuncu günü inmiştir. Bu âyet de şudur: “Bugün size dininizi ikmâl ettim. Üzerinizde olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı verip, ondan razı oldum.” [4] Abdullah İbn Abbas (r.anhümâ)’ya göre, şu âyet daha sonra inmiştir: “Allah’a döneceğiniz günden korkun. Sonra herkese kazandığı tam olarak ödenecektir ve onlar haksızlığa uğratılmayacaklardır.” [5]

On üç yıl süren Mekke döneminde inen âyetlerde daha çok ahiretle ilgili bilgiler yer alır. İnsanlar İslâm’a alıştıktan sonra helâl ve harama ilişkin âyetler inmiştir. Âyetlerin çoğu ya bir soru ya da bir olay üzerine iniyordu. Buna “Esbâbü’n-nüzûl (nüzûl sebepleri)” denir. Kur’an nâzil oldukça, Allah’ın elçisi, inen âyetleri vahiy kâtiplerine yazdırır ve hangi âyetin nereye yazılacağını söylerdi. Âyetlerin sıralanışının vahye dayandığında görüş birliği vardır. Sûrelerin sıralanışının vahye dayandığı ise kuvvetli görüştür.

2. Sünnet:

Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir. Sözlü sünnete örnek: “Bir kimse uyuyarak veya unutarak namazını geçirirse, hatırlayınca kılsın.” [6] Fiilî sünnete örnek: “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın” [7] Takrirî sünnet; Hz. Peygamber’in gördüğü veya işittiği bir işi ikrar ve kabul etmesidir. Yolculuk sırasında su bulamadığı için teyemmümle namaz kılan bir sahabinin, namazdan sonra su bulduğu halde namazı iade etmemesi ve Hz. Peygamber’in onu tasvip etmesi gibi.

Fıkıhta, Kur’an-ı Kerim’den sonra ikinci kaynağın sünnet olduğunda görüş birliği vardır. Sünnetin dini konularda bir delil oluşu, çeşitli ayetlerle sabittir. Bazıları şunlardır:

“Peygamber size neyi verirse onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan da uzak durun.” [8] “Hayır, Rabb’ine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp; verdiğin hükme, içlerinden bir sıkıntı duymaksızın rıza ve teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar.” [9] “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” [10]

Sünnet, Hz. Peygamber’in Rabb’inden aldığı elçilik görevini tebliğinden ibarettir.[11] Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in vahiyle konuştuğunu haber vermektedir. “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” [12]

Sünnetin Kur’an-ı Kerim karşısında dört fonksiyonu vardır. a) Müphem ve mücmel olan âyetleri açıklar. b) Umûm bildiren hükümleri tahsis eder. c) Nâsih ve mensûhu bildirir. d) Kur’an’da bulunmayan bir kısım hükümler koyar. Meselâ; namaz ve zekat emirlerinin uygulanma şekli sünnetle belirlenmiş; evcil eşeklerin ve yırtıcı kuşların etinin yenmesi yasağı yine sünnetle getirilmiştir.[13]

Hadisler râvîlerinin sayısına göre; mütevâtir, meşhur ve ahad olmak üzere üçe ayrılır. Ahad haber de sahih, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılır.

Mütevatir hadis; yalan söyleme konusunda birleşmesi aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından nakledilen hadislerdir. “Kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, ateşteki yerine hazırlansın.” [14] hadisini yüzden fazla sahabe naklettiği gibi, “Abdestte kuru kalan topukların vay ateşten çekeceğine!” [15] hadisini on iki sahabe nakletmiştir. Amelî sünnetler arasında mütevâtir olanı çoktur. Abdest, namaz ve haccın ifa şekli gibi. Mütevâtir hadisin sübûtu kesin olup, onunla amel etmek farzdır. Kur’an âyetlerinden, umum ifade edeni tahsîs ve mutlakı da takyîd eder.

Meşhur hadis; Rasûlullah (s.a.s)’den, birkaç kişinin rivayet ettiği, ikinci ve üçüncü hicret asrından itibaren tevatür derecesinde nakledilen hadislerdir. Meselâ, “Ameller niyetlere göredir..” hadisini Hz. Peygamber’den başlangıçta yalnız Hz. Ömer rivâyet etmiş, daha sonra bunu tevâtür derecesine ulaşan râvîler nakletmiştir. Meşhur sünnet kesine yakın bir bilgi sağlar. Bu da, umum bildiren âyetleri tahsîs ve mutlakı da takyîd edebilir. Nitekim “Allah çocuklarınız(ın miras payı) hakkında şunu emretmektedir..” [16] âyetinde “çocuklar” sözcüğünün genel olan anlamı, Miras bırakanını öldüren kimse, ona mirasçı olamaz.” [17] meşhur hadisi ile sınırlandırılmıştır. Yine aynı miras âyetinde, “vasiyet”e mutlak olarak yer verilmiştir. Sa’d İbn Vakkas’ın tek varisi olan kızı için kalacak mirası çok bulması ve çoğunu vasiyetle başkasına bırakmak istemesi üzerine, kendisine Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Üçte bire gelince, bu olur, gerçi bu da çoktur. Çünkü senin mirasçılarını varlıklı olarak bırakman, insanlara el açacak muhtaç bir durumda bırakmandan daha hayırlıdır.” [18] Bu hadis de, meşhur hadis gücünde olup vasiyeti malvarlığının üçte biri ile sınırlamıştır.

Ahad haber ise; bir-iki veya daha fazla sahabe tarafından rivayet edilen ve meşhur hadis derecesine ulaşamayan hadislerdir. Sünnetin büyük çoğunluğu bu yolla nakledilmiştir.

Ebû Hanife âhâd haberin delil olması için, ravinin güvenilir ve adaletli olması yanında, İslâm fıkhını bilen ve rivayet ettiği hadisle amel eden bir kimse olmasını şart koşar. İmam Mâlik ise, böyle bir hadisi, Medineli’lerin ameline uygun düşmesi halinde delil olarak kabul eder. Âhâd sünnet “ilim” ifade etmez, “zan” ifade eder. Bu yüzden inanç konularında bu çeşit hadislere dayanılamaz. Ancak yukarıdaki şartları taşıyan âhâd hadislere amel konularında uyulur.

3. İcmâ:

İcmâ, sözlükte; bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak; Hz. Muhammed (s.a.s)’in ümmetinden olan müctehitlerin, Hz. Peygamber’in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer’î bir hüküm hakkında görüş birliğine varmalarıdır. Bu tarife göre icma’da şu şartların bulunması gerekir:

a) Müctehit olmayanların ittifakı dini bir delil sayılmaz. Müctehit; delillerden dini hükümler çıkarma bilgi ve yeteneğine sahip olan kimsedir.

b) Müctehitlerin ittifakı, dini bir meselenin hükmü üzerinde ilk görüş birliği meydana geldiği zaman aranır. Daha sonra görüş değiştirmekle icma bozulmaz.

c) Dini yönü bulunmayan konulardaki görüş birliği icma sayılmaz.

İcma’ın bir delil oluşu Kitap ve sünnet delillerine dayanır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Kim, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’den ayrılıp, müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yöne döndürürüz ve kendisini cehenneme sokarız. O, ne kötü dönüştür!” [19] İcma’ın delil olduğunu gösteren hadis-i şerifler de vardır: “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir.” [20] “Ümmetim sapıklık üzerinde birleşmez.” [21] hadisleri bunlardandır.

İcma’; sarih, sükûtî ve mes’elenin belli bir kısmı üzerinde görüş birliği etmek şeklinde olmak üzere üçe ayrılır. Sarih icma’; bir asırdaki her müctehidin icma’ konusu mesele üzerindeki görüşünü açıkça söylemiş olduğu icma’dır. Sükûtî icma’; herhangi bir asırda, ictihat etme gücüne sahip olan bir ilim adamı, belli bir görüşe ulaşır, bu görüş kendisine ulaşan başka müctehit ya da müctehitler kabul veya red şeklinde bir görüş açıklamazlarsa, o mesele üzerinde “susma yoluyla (sükûtî) icma’ meydana gelmiş olur. Meselenin bir kısmı üzerinde icma’a gelince, meselâ; ölenin kardeşleriyle birlikte mirasçı olan dedenin (baba cihetinden dede), kardeşleri düşüreceğini söyleyen sahabîler yanında, dedenin üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını söyleyenler de vardır. Buna göre, her iki durumda, miktarı değişmekle birlikte dedenin mirasçı olacağı konusunda görüş birliği vardır.[22]

4. Kıyas:

Bir şeyi başka bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak anlamına gelir. Bir terim olarak; hakkında âyet ve hadislerde bir hüküm bulunmayan bir meseleyi ortak özelliklerinden dolayı, hakkında hüküm bulunan bir mesele ile karşılaştırmak, onun hükmünü buna da vermek demektir.

Buna şarabı örnek verebiliriz. Şarap, Kur’an-ı Kerim’de yasaklanmıştır. Ancak daha sonraki devirlerde rakı, votka, şampanya, viski, bira gibi değişik adlarda içkiler ortaya çıkmıştır. Bunlar, Kur’an’da isim olarak zikredilmez. Şarabın, sarhoşluk verdiği için yasaklandığı, üzerinde düşünülünce anlaşılacağı gibi, çeşitli hadislerde de bu nokta belirtilmiştir. Bu yeni içki çeşitlerinin de içeni sarhoş ettiği belli olunca, şarabın hükmü, ortak nitelik olan sarhoş etme (iskâr) özelliği yüzünden kıyas yoluyla diğer alkollü içkileri de kapsamına alır.

Kıyas’ın bir delil oluşu âyet, hadis ve sahabe uygulamalarına dayanır. Bir âyette Medine yakınında oturan ve Uhud savaşından sonra müslümanlar aleyhine Kureyş’le işbirliği yapan Nadiroğulları yahudilerinin başına gelen sürgün olayı anlatıldıktan sonra, şöyle buyurulur: “Ey akıl sahipleri, ibret alın”[23]

Has’am’lı bir adam Hz. Peygamber’e gelerek, babasının yaşlı olduğunu ve hac kendisine farz olduğu halde bunu yapacak durumda bulunmadığını ve onun yerine hac yapıp yapamayacağını sordu. Hz. Peygamber, “Babanın borcu olsaydı, onu ödeseydin, baban borçtan kurtulmuş olmaz mıydı?” sorusunu sormuş, adam; “evet” deyince de, “o halde babanın yerine hac edebilirsin” buyurmuştur. İbn Abbas’tan gelen bir rivâyette, bu sorunun vefat eden baba hakkında sorulduğu ve Hz. Peygamber’in “Allah’a ait bir borcun ödenmesi daha önceliklidir.” [24] buyurduğu belirtilir.

Bazı sahabiler, Hz. Ebu Bekr’e bey’at ederken, Hz. Peygamber (s.a.s)’in onu namaz için imam olarak seçtiğini göz önüne almışlar ve hilafeti namaz imamlığına kıyas etmişlerdir.[25]

Kıyas dört rükünden oluşur: a) Asl: Hakkında hüküm bulunan nass (âyet, hadis). b) Fer’: Hakkında hüküm bulunmayan ve kıyasla çözümlenmek istenen mesele. c)Hüküm: Kıyas yoluyla yeni meseleye geçmesi istenen hüküm. d) Ortak illet: Hem asl, hem de fer’de bulunan ortak niteliktir. İçki örneğinde; şarabı yasaklayan âyet “asl”, şarap hükmüne bağlanacak yeni içki çeşidi “fer’”, şarabın hükmü olan haramlık “hüküm” ve ortak nitelik olan “iskâr (sarhoş etme)” vasfı “illet”tir. İlletle hikmet birbirinden farklıdır. Hikmet, hükme uygun bir vasıf olup, sınırlı olmayan ve birden çok bulunabilen özelliklerdir. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre, hükümler hikmete değil, illete dayanırlar.

B. FER’Î DELİLLER

İslâmî hükümlerin dayandığı dört ana delilden başka, kökende yine bu delillere dayalı bulunan ikinci derecede deliller daha vardır. İstihsân, maslahat, örf, bizden önceki şeriatler, sahabe sözü ve istishab gibi. Bunları kısaca açıklayacağız.

1. İstihsân:

İstihsân sözlükte, birşeyi güzel bulmak, güzel saymak demektir. Bir fıkıh usulü terimi olarak ise şöyle tarif edilir: İstihsan, müctehidin, bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass (âyet-hadis), icma, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.

Bazen şer’î bir mesele, genel nitelikli nass’lardan birinin veya fıkıhta yahut bazı mezheplerde benimsenip yerleşmiş bulunan bir genel kuralın kapsamına girer. Fakat bu meselede, o genel nass’ın veya genel kuralın aksi yönde hüküm vermeyi gerektiren başka bir nass, icmâ, zaruret, örf ve maslahat gibi özel bir delil daha bulunur. İşte müctehidin böyle bir durumda, benzerlere uygulanan hükümden vazgeçip, özel delile göre hüküm vermesine “istihsan” adı verilir. Bu duruma göre, istihsanın arkasında daima özel nitelikli başka bir delil daha bulunmaktadır. Bu özel delil nass, icmâ, zaruret, kapalı kıyas, örf veya maslahat olabilir.

a) İstihsanın nassa dayanması: Hz. Peygamber, Hakîm İbn Hızâm’ın bir sorusu üzerine, “Sahip olmadığın bir şeyi satma” [26] buyurmuştur. Bu, genel nitelikli nasstır. Medine’ye hicretten sonra Allah elçisi Medinelilerin meyveleri hakkında bir veya iki yıllığına selem (para peşin, mal veresiye) akdi yaptıklarını görünce şöyle buyurdu: “Selem yoluyla satış yapan, bunu belirli ölçüde veya belirli tartıda ve belirli süre tayin ederek yapsın.” [27] Selemde henüz mala sahip olunmadan, satış niteliği olmakla birlikte, bu özel nitelikli hadisle kıyasa aykırı olarak caiz görülmüştür.

b) İcma’a dayanması: Buna istisnâ akdi örnektir. Sanatkâra belirli para karşılığında verilen sipariş, sözleşme sırasında mevcut olmayan bir maldır. Fakat insanlar bu akdi yaygın olarak uyguladıkları için, icma ile caiz görülmüştür.

c) Zarûrete dayanması: Pislenmiş kuyunun temizlenmesi tüm suyun çıkarılmasını gerektirirken, zaruret yüzünden bir kısım su çıkarılarak kuyu temiz sayılır.

d) Kıyasa dayanması: Meselâ, yırtıcı kuşların artığı, aslan kaplan gibi yırtıcı hayvanlara kıyas edilirse pis sayılması gerekir. Ancak bunların gagaları kemik ve temiz olduğu için insana kıyas yapılarak artıkları temiz kabul edilmiştir.

e) Örfe dayanması: Vakfın sürekliliğini sağlamak için, vakfedilen şeyin gayri menkul olması gerekir. Ancak İmam Muhammed, kitap ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelmiş taşınırların, kıyasa aykırı olarak vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir.

f) Maslahata dayanması: Hz. Peygamber; “Zekat, Muhammed’e ve Muhammed’in ailesine helal değildir.” [28] buyurmuştur. Ebû Hanîfe ve Mâlik, kendi devirlerinde, Hz. Muhammed’in ailesinden Haşimoğulları’na zekat verilebileceğine hükmetmişlerdir. Çünkü şartlar değişmiş, daha önce kendilerine devlet tarafından verilmekte olan haklar, verilmez olmuştu.[29]

2. Maslahat (Kamu Yararı):

İslâm’da muteber olan maslahatlar şu beş şeyi koruma amacına yöneliktir. Din, mal, can, akıl ve nesil. Düşmana savaşsız teslim oluvermenin sağlayacağı bazı yararlar olsa bile, İslâm bu yararları geçerli saymamış, bunun yerine düşmanla savaşmayı emretmiştir. İşte geçerli olup olmaması âyet veya hadislerle belirlenmiş bulunan maslahatların dışında kalan, hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir yarar sağlayan veya onlardan bir zararı gideren, fakat geçerli ya da geçersiz olduğuna dair belirli bir delil bulunmayan maslahatlara da “mesâlih-i mürsele (ictihada bırakılmış maslahatlar) denir. Bu delili en çok Mâlikî mezhebi kullanmıştır.

Dört halife döneminde mesâlih-i mürseleye dayanılarak pek çok ictihatlar yapılmıştır. Hz. Ebu Bekir devrinde Kur’an-ı Kerim’in toplanması ve Hz. Osman döneminde çoğaltılması, Hz. Osman’ın, nüfusun artışı üzerine cum’a günü dış ezan okutmaya başlaması, Hz. Ebu Bekr’in vefat edeceğini anlaması üzerine, Hz. Ömer’i halife adayı göstermesi ve Hz. Ömer’in fethedilen Suriye ve Irak topraklarını eski sahiplerinde bırakarak, onları harac vergisine bağlaması ve benzeri uygulamalar maslahata dayalı ictihat örneklerindendir.[30]

3. Örf:

İnsanların çoğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işlere veya duyulduğunda hatıra başka bir anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmayı teâmül haline getirdikleri lafızlara “örf” denir. “Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir.” [31] hadisi örfün bir delil olduğunu gösterir. Mecelle’de; “Örfen ma’rûf olan şey, şart kılınmış gibidir” (Mad. 43), “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” (Mad. 45) maddeleri örfün beşerî muamelelerdeki önemini belirtir.

Kitap veya sünnetle çelişen örfler geçerli olmaz ve “fâsit (bozuk) örf” adını alır. Meselâ, içki ve faizcilik bazen, insanlar arasında çok yayılarak örf ve âdet haline gelebilir, fakat bu geçerli bir örf sayılmaz. Buna göre, bir İslâm toplumunda oluşan örfler ikiye ayrılır. a) Sahih örf. Meselâ, sanatkâra mal siparişi demek olan istisnâ akdi, henüz üretilmeyen bir şeyin satışı niteliğinde olduğu için caiz olmaması gerekirken, yaygın örf sebebiyle çoğunluk fakihler tarafından caiz görülmüştür. b) Fâsit örf. Kesin bir nassa aykırı düştüğü için geçerli sayılmayan örf türüdür. Meselâ; içki ve faizcilik bütün İslâm toplumuna yayılsa bile meşrûluk kazanamaz ve fâsit örf olmaya devam eder.[32]

Örflerin değişmesi bazen hüküm değişikliğine de yol açabilir. Meselâ; Hanefî fakihleri başlangıçta Kur’an öğretme karşılığında ücret almanın caiz olmadığı kanaatinde idiler. Çünkü Kur’an öğretmek sevap kazandıran ve ücretsiz yapılması gereken bir tâat ve ibâdettir. Bu hüküm o devrin şartlarına uygundu. Çünkü o zaman, Kur’an öğreticilerine Devlet bütçesinden ödenek ayrılıyordu. Fakat daha sonra şartlar değişti ve ödenek kesildi. Sonraki Hanefî fakihleri kendi devirleri ile, önceki imamların devrindeki şartlar arasındaki değişikliği dikkate alarak; gerek Kur’an-ı Kerim öğretimi ve gerekse imamlık, müezzinlik gibi diğer bazı tâatler karşılığında ücret alınabileceğine fetvâ verdiler.[33]

4. Önceki Şerîatler (Şer’u men kablenâ):

Önceki şerîatlerden maksat, Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed (s.a.s)’den önceki toplumlar için koyduğu ve Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi peygamberleri aracılığı ile onlara bildirdiği hükümlerdir. Bu hükümler Hz. Muhammed’in ümmeti için de geçerli ve bağlayıcı mıdır?

Önceki şerîatler İslâm toplumu bakımından ikiye ayrılır.

a) Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayan İncil, Tevrat ve Zebur hükümleri. Bunların Müslümanlar için bağlayıcı olmadığı konusunda, İslâm bilginleri arasında görüş birliği vardır.

b) Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamber’in sözlerinde zikri geçen hükümler. Bunları da üç grupta toplamak mümkündür.

aa) Müslümanlar bakımından yürürlükten kaldırıldığına dair delil bulunan hükümler. Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığında görüş birliği vardır. Yahudilere, aşırı gitmeleri ve zulme sapmaları yüzünden ceza olarak bütün tırnaklı hayvanların ve sığır ile koyunun iç yağlarının haram kılınması gibi.[34]

Halbuki bunların içinde müslümanlara helal kılınanlar vardır.[35] Ganimetlerin yalnız İslâm toplumuna helal kılınıp, önceki ümmetlere helal kılınmaması da buna örnek verilebilir.[36]

bb) Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcı olur. Orucun, daha önceki dinlerde farz olduğu gibi İslâm’da da farz kılınması,[37] kurbanın Hz. İbrahim hakkında konulmuş bir hüküm iken, İslâm toplumuna da gerekli kılınması gibi.[38]

cc) Kur’an veya hadislerde kabul veya reddedildiği açıkça belirtilmeyen ve hakkında müslümanlar bakımından yürürlükten kaldırıldığına dair bir delil de bulunmayan hükümler. Buna örnek olarak şu âyeti verebiliriz: “Biz orada (Tevrat’ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yazdık. Kim hakkından vazgeçerse, bu ona kefâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” [39]

Çoğunluk fakihlere göre, bu gibi âyetler, bizim için de geçerli olup, bağımsız bir delil teşkil ederler. Âyet ve hadislerde belirli bir millet ve belirli bir zamana ait olduğuna veya neshedildiğine dair bir delil yoksa, nasslarda zikredilen aslın hükmü sabit olarak kalır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) “Kim bir namaz vaktinde uyur kalırsa veya unutup vaktini geçirirse, hatırladığında onu kılsın.” [40] buyurduktan sonra; “... Ve beni anmak için namaz kıl” ayetini [41] okumuştur. Aslında bu son âyet, Hz. Musa’ya yapılan bir hitapla ilgilidir.

Hanefîler yukarıdaki kısas âyetine dayanarak, gayrimüslimi öldüren müslümanın kısas yoluyla öldürüleceğini söylemişlerdir.[42] Diğer yandan Rasûlullah (s.a.s); “Cana can kısas vardır” [43] buyurarak, kısas hükmünün bu ümmeti de kapsadığını ifade etmiştir.

5. Sahabe Sözü:

Hz. Peygamber’e yetişmiş, ona iman etmiş ve onu görmüş olan herkese “sahabî” denir. Çoğulu “sahabe” ve “ashâb” gelir. Fıkıh usulü bilginleri Hz. Peygamberle görüşmenin örfen “arkadaş” diye anılabilecek ölçüde, uzunca bir süreyi kapsaması gerektiğini söylerler.

Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, sahabe kavli; re’y ve ictihat ile kavranamayacak bir konuda ise bir delil teşkil eder ve bağlayıcı olur. Çünkü böyle bir görüşün, Hz. Peygamber’den duyulan bir bilgiye dayanması kuvvetle muhtemeldir. Hanefîlerin, kadınların en kısa âdet görme süresinin üç gün oluşunu İbn Mes’ûd (r.a)’a, en uzun gebelik süresinin iki yıl oluşunu ise Hz. Aişe (r.anhâ) ye ait sözlere dayandırmaları buna örnek gösterilebilir.

Ebû Hanife, ictihat yaparken izlediği metodu şöyle belirtir: “Allah’ın Kitabı’ndakini alır, kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah’ın güvenilir âlimlerin bildiği, meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashabından dilediğim kimsenin reyini alırım, toptan terketmem. Ancak iş İbrahim en-Nehaî, Şa’bî, Hasan el-Basrî ve Atâ gibi tâbiîlere gelince, ben de onlar gibi ictihat ederim.” [44]

6. İstishâb:

Sözlükte sohbette bulunmak veya sohbeti devam ettirmek demektir. Bir fıkıh usulü terimi olarak istishâb; geçmişte sabit olan bir durumun değiştiği konusunda bir delil bulunmadıkça, halihazırda da varlığını koruduğuna hükmetmek anlamına gelir. Bir meselede, Kitap, sünnet, icmâ’ veya kıyas delillerinde özel bir hüküm bulunamadığı zaman, müctehit “istishâb” yoluyla çözüm getirebilir.

Meselâ, bir kimsenin bir kadınla evliliği sâbitse, evliliğin sona erdiğine dair delil ikâme edinceye kadar, aralarında nikah bağının devam ettiğine hükmedilir. Bir kimse abdest aldıktan sonra, abdesti bozan durumlardan birisi bilinmedikçe, onun abdestli olduğu kabul edilir. Kaybolmuş ve sağ olup-olmadığı bilinmeyen kimse (mefkûd)nin durumu istishab kuralına göre çözümlenmiştir. Kısaca; mefkûda ait olduğu bilinen haklar konusunda -öldüğüne dair delil bulunmadıkça- sağlara uygulanan hükümler uygulanır. Malları mirasçılarına taksim edilmez, karısı başkası ile evlenemez. Çünkü kaybolduğu zaman, sağ olduğu kesin olarak biliniyordu. Öldüğüne dair delil bulununcaya kadar “sağ olma” vasfının devam ettiği kabul edilir. Ancak bu konuda mirasçıların, özellikle eşinin karşılaşacağı sıkıntıları hafifletmek için, kaybolan kişi hakkında mahkemece hükmen ölümüne karar verilebilir. Hanefîler’e göre, bu hüküm için mefkûdun akranının göçüp gitmesi veya 90 yaşına ulaşması, Mâlikîler’e göre ise dört yılın geçmesi gereklidir. Savaş sırasında kaybolanlar için gerekli süre ise, muharip ve esirlerin dönüşünden itibaren bir yıldır.[45]

Bu kaynaklardan, kendilerine özgü metotlarla hüküm çıkaran büyük müctehitlerin çevresinde fıkıh veya akide ile ilgili ekoller oluşmuştur. Aşağıda, mezhep adı verilen bu ekoller hakkında bilgi vereceğiz.

Dipnotlar:

[1] Nahl, 16/89

[2] En’âm, 6/38. Burada, “kitap” için “Levh-i Mahfûz” yorumu yapılmıştır. bk. En’âm, 6/59; Neml, 27/75; Sebe’, 34/3; Yâsîn, 36/12

[3] Alak, 96/1-5.

[4] Mâide, 5/3.

[5] Bakara, 2/281.

[6] Ebû Dâvud, Salât 11; Dârimî, Salât, 26

[7] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27.

[8] Haşr, 59/7.

[9] Nisâ, 4/65.

[10] Nisâ, 4/80.

[11] bk. Mâide, 5/67.

[12] Necm, 53/3-4.

[13] M. Ebû Zehra, age, s. 113, 114.

[14] Buhârî, İlim, 38; Cenâiz, 33; Enbiyâ, 50, Edeb, 109; Müslim, Zühd, 72; Ebû Dâvud, İlim, 4; Tirmizî, Fiten, 70, İlim, 8, 13; Tefsîr, 1. Menâkıb, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 4; Dârimî, Mukaddime, 25, 46; A. İbn Hanbel, II, 47, 83, 125, 150, 159, 171, 202, 214..

[15] Buhârî, İlim, 3, 30, Vüdû, 27, 29. Hz. Peygamber abdest alırken topukların arkasını yıkamayan bir topluluğu görünce bu sözü söylemiştir.

[16] Nisâ, 4/11.

[17] Ebû Dâvud, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41; A. İbn Hanbel, I, 49.

[18] Buhârî, Cenâiz, 37, Menâkıb, 49, Merdâ, 16; Müslim, Vasiyye, 5; İbn Mâce, Vesâyâ, 5; Mâlik, Muvatta’, Vasiyye, 4.

[19] Nisâ, 4/115.

[20] A. İbn Hanbel, Müsned, I, 379.

[21] İbn Mâce, Fiten, 8.

[22] Ebû Zehra, age, s. 179.

[23] Haşr, 59/2.

[24] bk. Nesâî, Menâsik, 11-14; Buhârî, Hac, 1; Müslim, Hac, 407; Zekiyüddin Şa’ban, Usulü’l-Fıkıh, Terc. İbrahim Kâfî Dönmez, Ankara, 1990, s. 114.

[25] Serahsî, Usûl, II, 131,132; İbn Kayyim Cevziyye, İ’lâmü’l-Muvakkiîn, Kahire, 1325-1326, I, 253.

[26] Ebû Dâvud, Büyû’,70.

[27] Ebû Dâvud, Büyû’, 57; Nesâî, Büyû’, 63.

[28] Müslim Zekât, 168; bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 404.

[29] Serahsî, Usûl, Kahire, 1372-1373, II, 201 vd., Mebsût, Kahire, 1324-1331, X, 145 vd; Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, 263 vd.; Zekiyüddin Şa’ban, age, s. 159 vd.

[30] Gazzalî, Mustasfâ, Mısır 1322, I, 294 vd; Şâfiî, Ümm, Kâhire, 1321-1325, VII, 88 vd; Ebû Zehra, age, s 27 v.; Şa’ban age, 149 vd.

[31] A. İbn Hanbel, Müsned, I, 379.

[32] Zeylaî, age, IV, 17 vd.; İbn Âbidîn, Risâletü’l-Urf, “Mecmuatü’r-Resâil”, İstanbul 1325, II, 126; Ebû Zehra, age, s. 274 vd.

[33] Z. Şa’ban, age, s.179.

[34] En’am, 6/145-146.

[35] bk. En’am, 6/145; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, VIII, 81, 82; Meydânî, Lübâb, IV, 159, vd.; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, III, 506 vd.

[36] Buhârî, Teyemmüm 1.

[37] Bakara, 2/183.

[38] İbn Mâce, Edâhî, 3.

[39] Mâide, 5/45.

[40] bk. Nesâî, Mevâkît, 53; Dârimî, Salât, 26.

[41] Tâhâ, 20/14.

[42] Ebû Zehra, age, s. 307, 308.

[43] Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26; bk. Bakara, 2/178.

[44] İbnü’l-Kayyim, İ’lâm, tahk. M. M. Abdülhamîd, Mısır, 1374/1955, I, 25; Mekkî, Menâkıb, I, 74-78.

[45] İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadir; IV, 440 vd.; İbnü’l-Kayyim, İ’lâm, I, 125 vd; Z. Şa’ban age, s. 188 vd.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları