İnsaflı Bir Yahudi’nin Filistin’e Bakışı

ÜMMET

Temiz vicdanı, Müslümanların, bencil batılıların aksine, taşıdıkları gönül zenginliklerini görmesi, onlarla hemhal olması, Kur’an’ın mucizevi gücünü keşfetmesi sonucu hidayete eren, İslam ülkelerinde yararlı hizmetler üstlenen, “Kur’an meali”, “Mekke’ye Giden Yol” gibi eserler yazan Muhammed Esed’in Filistin’le ilgili tespitleri akl-ı selim ve kalb-i selimin ortaya koyduğu tespitlerdir.

Leopold Veiss, diğer adıyla Muhammed Esed (1900-1992) Yahudi asıllı Avusturyalı bir gazetecidir. Dedesi haham idi. Küçük yaşta İbranice öğrendi. Aramice de biliyordu. Tevrat, Mişna ve Talmud okudu. Değişik okul maceralarından sonra gazeteci olmaya karar verdi. 1922’de Kudüs’te oturan dayısı psikiyatrist Dorian’ın daveti üzerine Kudüs’e gitti. O günkü Kudüs’ü kendisinden dileyelim:

Kudüs benim için büsbütün yeni bir dünya idi. Bu kadim şehrin her köşesinden tarih sızıyordu. İşaya’nın vaazlarını dinlemiş caddeler, Mesih’in üzerinde yürüdüğü kaldırımlar, Roma lejyonerlerinin ağır ayak sesleriyle yankılanan duvarlar, Selahaddin zamanının hat sanatıyla süslü kapı kemerleri... İnsanlar canlı, istekli hareketler, soylu davranışlar içindeydiler. Sık sık Yafa kapısının alt yanındaki merdivenlere oturur, eski Kudüs’e gidip gelen insan kalabalıklarını seyrederdim.

Araplar ve Yahudiler tam bir kaynaşma içindeydiler. Yüz hatlarıyla fazlasıyla Araplara benzeyen yerli, Faslı ve Tunuslu Yahudilerle aynı soydan geldiklerini pek kabullenmeyen Rusyalı ve Polonyalı Yahudiler sürtüşmelere sebep oluyorlardı. Ben Filistin’e gelmeden önce burasının bir Arap ülkesi olduğunu hiç düşünmemiştim. Arapların çöl çadırlarında yaşayan göçebeler ve basit, ilkel vaha sakinleri olarak tasarlıyordum. Çünkü ilk zamanlar Filistin hakkında okuduklarımın çoğu Siyonistler tarafından yazılmış kitaplardı. Siyonistler de doğal olarak tabloyu kendi renkleriyle boyuyorlardı.

“EVİN İÇİNDEKİ YABANCILAR”

Şehir ve kasabaların Araplarla dolup taştığını, her bir Yahudi’ye karşı beş Arabın yaşadığını, buranın bir Yahudi memleketi olmaktan çok bir Arap memleketi olduğunu nereden bilebilirdim? Bu durumu, o günlerde karşılaştığım Siyonist hareket komitesi başkanı Mr. Ussyshkin’e belirttiğim zaman gördüm ki; Siyonistlerin nüfus üstünlüğünü hesaba katmaya niyetleri yoktu. Araplara karşı bir küçümseme ve hor görme söz konusu idi. Yahudilerin Filistin’e yerleşme düşüncesi daha başından yapay, zorlama bir ülkü olarak görülüyordu bana. Yahudiler buraya yurduna dönen kimseler gibi gelmiyordu. Ülkeyi Avrupalı modellere uygun, batılı amaçlara göre tasarlanmış bir yurt haline getirmek niyetini güdüyorlardı. Sözün kısası “evin içindeki yabancılar” durumundaydılar. Bunun için Arapların kendi yurtlarının göbeğinde bir Yahudi yurdunun oluşturulması fikrine kesin bir direniş göstermelerinde herhangi bir haksızlık yoktu bence. Görüyorum ki, haksızlığa uğratılan, zora koşulan taraf Araplardı ve bu haksızlığa karşı meşru bir savunma eylemi içinde bulunuyorlardı.

-Yahudilere Filistin’de “ulusal bir yurt” vaad eden 1917 Balfour deklarasyonunda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski “böl ve yönet” ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir manevranın kaba yansımasını görüyordum.

-Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen Siyonizm’e karşı başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Siyonistlerin, bu ülkenin gerçek sahibi durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlâk dışı buluyordum. Arapların ne düşündüğü onları hiç ilgilendirmiyordu.

-Siyonist hareketin karşı gelinmez lideri Dr. Weizmann’la bu konuda yaptığım tartışmayı hâlâ hatırlarım.

Muhammed Esed, Weizmann’la Kudüs’te Yahudi bir arkadaşının evinde karşılaşıyor. “Ulusal yurt” kurma hayalinin gerçeklemesini geciktiren hususun, dış dünyanın ilgisizliği olduğunu ileri sürüyor, parasızlıktan yakınıyor. Oradakiler kendisini sessizce dinlerken Esed:

– Peki Araplar ne olacak? diye sorunca, Weizmann şaşkınlıkla: “Araplar ne mi olacak?” sorusunu tekrarladı. Esed de: “Tabi her şeye rağmen bu ülkede çoğunluk durumunda olan Araplar değil mi? Onların açık ve kesin tavırları karşısında Filistin’i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabiliriz?” deyince Weizmann: “Birkaç yıl içinde umuyoruz ki Araplar için çoğunluk filan kalmayacak.” Esed: “Olabilir. Hadi diyelim ki, Arap direnişinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller. Peki ya sorunun ahlâkî yanı? Bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz? Weizmann: “Burası bizim memleketimiz, biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz.” dedi. Esed:

– Ama neredeyse Filistin’den iki bin yıldır uzak yaşıyoruz. Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğimiz günleri toplasan beş yüz yıl bile bulmaz. Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pek âlâ hak iddia edebileceğini düşünmek gerekir. Çünkü ne de olsa onlar İspanya da sizden daha fazla kaldılar. Neredeyse yedi yüz yıl. Daha da önemlisi onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman geçmedi. Topu topu beş yüz yıl”

Weizman bu cevaba sinirledi. “Saçma, saçma” diye karşılık verdi. Esed’in sözlerinden son derce rahatsız oldu. Bu sözler sanki duvara söyleniyormuş gibi onda en ufak vicdani ve ahlâkî bir hassasiyet uyandırmadı.

FİLİSTİN SORUNU NASIL ÇÖZÜLÜR?

Esed, problemin çözümüne ışık tutacak tespitlerde de bulunarak durumu şöyle değerlendiriyor:

Yahudiler gibi büyük bir zekâyla, beceriyle donanmış bir halk, nasıl olur da Siyonist-Arap çatışmasını yalnızca Yahudi bakış açısından değerlendirebilir? Bunu anlayamıyordum. Filistin’deki Yahudiler sorunun uzun vadede ancak Araplarla kurulacak dostça ilişkiler içinde, Arap-Yahudi işbirliği çevresinde çözülebileceğini anlamıyorlar mıydı? İzledikleri politikanın vaad ettiği vahim geleceği, trajik kavgaları, geçici başarıların ötesinde, uzun vadede Arap denizinin ortasındaki bu Yahudi adacığının sonsuza kadar hedef olacağı kin ve nefreti, sonu gelmez acıları göremeyecek kadar kör müydüler?

Esed, değerlendirmelerine şöyle devam ediyor:

Ne garip bir olguydu! Uzun ve acılı sürgün hayatını sürdürürken öylesine büyük haksızlıklara uğramış bir halk, şimdi kendi tek boyutlu amacı uğruna, başka bir halka üstelik Yahudilerin geçmişte çektikleri acılardan hiçbir şekilde sorumlu olmayan mazlum bir halka karşı korkunç bir haksızlık uygulamaya bütünüyle hazır görünüyordu.

Tarih boyunca böyle bir olguya rastlanmamıştır sanırım. Böyle bir haksızlığın gözlerimin önünde sahneye konması son derece üzücüydü benim için.

HER YAHUDİ SİYONİST DEĞİL

Esed’in de belirttiği gibi her Yahudi Siyonist değildi.

Temiz vicdanı, Müslümanların, bencil batılıların aksine, taşıdıkları gönül zenginliklerini görmesi, onlarla hemhal olması, Kur’an’ın mucizevi gücünü keşfetmesi sonucu hidayete eren, İslam ülkelerinde yararlı hizmetler üstlenen, “Kur’an meali”, “Mekke’ye Giden Yol” gibi eserler yazan Muhammed Esed’in Filistin’le ilgili tespitleri akl-ı selim ve kalb-i selimin ortaya koyduğu tespitlerdir. Ateş yakmakla meşgul olan Siyonistlerin bu tespitlere kulak vermeleri gerekiyor. Yoksa yaktıkları ateşlerde hem kendileri yanacaklar, hem de dünyayı ateşe verecekler.

Neredesin ey akl-ı selim?

Not: Bu yazı M. Esed’in “Mekke’ye Giden Yol” adlı eserinden özetlenerek hazırlanmıştır.

Kaynak: Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, Sayı: 388