İnşaatında Sultanın Çalıştığı Cami

TARİHİMİZ

Fırsat buldukça tebdîl-i kıyafet eden Sultan 1. Ahmet Han’ın, inşaatında çalıştığı cami.

Sultan 1. Ahmet Han, Sultanahmet Camisi’nin temelini attırırken, ilk harcı, talebesi olduğu Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nden teberrük olarak istirham etmiştir. Kendisi de fırsat buldukça tebdîl-i kıyafet ederek caminin inşasında çalışmıştır. Bu peygamber âşığı padişahın vefatı, çok genç yaşta, 28 yaşındadır.

ALLAH’IN SULTAN AHMET’E MÜKÂFATI

Vefatından bir müddet sonra kızı, onu rüyasında görür. 1. Ahmet Hazretleri çok güzel bir mevkidedir. Kızı sorar:

“–Babacığım! Allah sana benim bildiğim güzel meziyetlerinden dolayı mı bu büyük mükâfatı verdi?” Ahmet Han der ki:

“–Hayır kızım. Kastettiğin meziyetlerden değil. Şundan ki; ben fırsat buldukça yaptırdığım caminin inşaatına çoğu kere tebdîl-i kıyafetle gelirdim. Orada hizmet eder, taş taşırdım. Allah bana bu sebeple bu büyük mükâfatı verdi.”

Bir tasavvur edelim;

1. Ahmet Han için, o camiyi yaptırmak, taş taşımaktan daha kolaydır. O zaman topraklar 24 milyon kilometre kareydi. 1. Ahmet Han da bütün kralların önünde eğildiği bir padişahtı. O zamanlar Osmanlı ordusu bir mağlûbiyet görmemişti. Buna rağmen o büyük sultan, mağrur bir sıfatta değil, bir derviş mahviyeti içinde hizmet şuuru ile yaşamış, mühim veya basit demeden her şeyde Allah rızâsını aramıştı. Nitekim kızına; «Camiyi yaptırmaktan ziyade, burada taş taşımamdan dolayı Cenâb-ı Hak bana bu büyük mükâfatı verdi.» ifadesi, onun ilâhî rızâ için amel-i sâlihleri nasıl bir heyecan ve vecd içinde îfâ ettiğini ve bu yolda bedenî ve malî imkânlarını nasıl sarf ettiğini göstermektedir.

Yani padişah, kolay verebileceği imkânın yanında zor verebileceği imkânı (bedenle hizmet ve az zamanını) da Allah yolunda seferber etmiştir. Kimine göre dar olan az imkânların verilebilmesi zordur. Ancak bu zorluğu yenerek Allah yolunda seferber olanların âkıbeti sonsuz kolaylıktır. Bu sırrı idrak içinde kâmil hâle gelen ashâb-ı kirâmın hayatları nice âbide misallerle doludur. Nitekim Yermuk Harbi’nde son nefeslerini şehîden vermek üzere olan üç sahâbî, kendilerine ikram edilen suyu birbirlerine gönderdi.

Böylece üçü de o suyu içemeden şehid oldu. Sonunda bir bardak su ortada kaldı. Hakikatte onlar, sonsuz vuslat şerbetini içmişti. Yani onların can boğazda iken, o dar anlarında dahî suyu birbirlerine infak etmeleri, kendileri için ebedî kevsere dönüşmüştü. Çünkü o anda o bir bardak infak, belki de yüzlerce kese altın infakından daha değerliydi. Bu gerçeği şu hadîs-i şerif ne güzel açıklamaktadır:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kiram:

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Bu itibarla infak bahsinde hiç kimse imkân darlığından dem vurmamalıdır. İmkânı geniş olanlar da, bu imkânlarıyla beraber dar imkânlarını, yani zamanlarını ve bedenî güçlerini infak edebilmelidirler.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İtikatta, İbadette ve Muâmelâtta İhlâs Ve Takvâ, Erkam Yayınları