İmanları Uğruna Canlarını Vermekten Çekinmediler

Sahabiler

Câhiliye devrindeyken en ufak bir musîbet karşısında saçını başını yolarak ve üstünü başını yırtarak günlerce dövünen kadınlar, Allâh’a olan kuvvetli îmanları sâyesinde, muhteşem bir vakar âbidesi hâline gelmişlerdi.

Îmânını muhâfaza uğruna canını fedâ eden Hazret-i Sümeyye Hâtun ve kocası Hazret-i Yâsir’in -radıyallâhu anhumâ- kahramanlıkları meşhurdur. Yine dayanılmaz işkencelere rağmen îmanlarını koruyan Ammar bin Yâsir, Bilâl-i Habeşî, Habbab bin Eret, Suheyb bin Sinan, Zinnîre Hâtun, Âmir bin Füheyre, Ebû Fükeyhe, Mikdad bin Amr, Ümmü Übeys, Lübeyne Hâtun, Nehdiye Hâtun ve kızı gibi güzîde ashâbın -radıyallâhu anhum- fazîlet ve kahramanlıkları dillere destan olmuştur. Ashâb-ı kirâm, tahammül ötesi işkence ve zulümler altında bile îmanlarını korumuşlar, bu ilâhî nîmetin bizlere kadar ulaşması için malları ve canları pahasına gayret sarf etmişlerdir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti döneminde, ilk müslümanlardan olan Habbab bin Eret -radıyallâhu anh-’a:

“–Allah yolunda çektiğin işkenceleri bize biraz anlatır mısın?” demişti. Bunun üzerine Hazret-i Habbab:

“–Ey mü’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi. Onun sırtına bakan Hazret-i Ömer:

“–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmemiştim.” diyerek hayretler içinde kaldı. Habbab -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti:

“–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sönerdi.”

Müşrikler ateşte kızdırdıkları taşları Hazret-i Habbâb’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden mübârek sahâbînin etleri dökülürdü. Buna rağmen yine de kâfirlerin istedikleri sözleri söylemezdi. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 114-115)

ASHABIN SEVGİSİ

Müşriklere esir düşen Zeyd bin Desine ile Hubeyb -radıyallâhu anhumâ-, işkenceyle şehid ediliyorlardı. Rûhlarını teslim etmeden evvel her birine:

“–Hayatının kurtulmasına mukâbil senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye soruldu. İkisi de bu tâlihsiz soruyu soran müşriğe acıyarak baktılar ve:

“–Benim çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz!” cevabını verdiler.

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında hayretten donakalan Ebû Süfyan:

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar önderlerini seven başka bir topluluk aslâ görmedim!” dedi. (Vâkıdî, I, 360-362; İbn-i Sa‘d, II, 56)

Uhud Harbi sonunda Hazret-i Safiye -radıyallâhu anhâ-, vücûdu parça parça edilmiş olan kardeşi Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ı görmek istedi. Bu niyetle şehidlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Onun, karşılaşacağı dehşet verici manzaraya dayanması zor görünüyordu. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak:

“–Anneciğim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geri dönmeni emrediyor!” dedi. O ise:

“–Niçin? Kardeşimi görmeyeyim diye mi? Ben onun fecî bir şekilde kesilip doğrandığını biliyorum. O, Allah için bu musîbete dûçâr oldu. Zâten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşâallah sabredip ecrini Allah’tan bekleyeceğim.” dedi.

Zübeyr, gidip annesinin söylediklerini Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bildirdi. Efendimiz:

“–Öyleyse bırak görsün!” buyurdu. Safiye -radıyallâhu anhâ- da şehidlerin efendisi olma şerefine eren kardeşinin cesedi yanına gelerek içli içli duâ etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 48; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 349)

BÜTÜN MUSİBETLER HİÇ GELİR

Câhiliye devrindeyken en ufak bir musîbet karşısında saçını başını yolarak ve üstünü başını yırtarak günlerce dövünen kadınlar, Allâh’a olan kuvvetli îmanları sâyesinde, böylesine muhteşem bir vakar âbidesi hâline gelmişlerdi.

Bunun en güzel misallerinden bir diğeri de Sa‘d bin Muâz Hazretleri’nin annesiydi:

Uhud’da ağır yaralar alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne-i Münevvere’ye dönerken at üzerinde bulunuyor, atın dizginini de Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh- tutuyordu. Sa‘d’ın annesi Kebşe bint-i Ubeyd -radıyallâhu anhâ-, Efendimiz’e doğru geldi. Sa‘d:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu annemdir.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Merhaba ona!” buyurdu.

Kadın, Allah Rasûlü’ne yaklaşıp mübârek yüzüne baktıktan sonra:

“–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sen’i sağ sâlim gördüm ya, artık bütün musîbetler hiç gelir!” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona şehid düşen oğlu Amr bin Muâz’dan dolayı baş sağlığı diledikten sonra:

“–Ey Sa‘d’ın annesi! Seni müjdelerim! Bütün ev halkına da müjdeler olsun! Kabilenizden şehid düşenlerin hepsi cennette bir araya geldiler. -On iki şehid vermişlerdi.- Âile fertlerine şefaat etmelerine de izin verildi.” buyurdu.

Kadın:

“–Râzıyız ey Allâh’ın Rasûlü! Bundan sonra artık onlara kim ağlar!” dedikten sonra:

“–Yâ Rasûlâllah! Şehidlerin geride bıraktıklarına da dua ediniz!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ım! Kalplerindeki hüznü gider, musîbetlerinin ecrini ihsân eyle! Geride kalanlara en güzel şekilde sahip çık!” diye dua ettikten sonra yola revân oldu. Ashâb-ı kirâm da ardı sıra yürüyordu. Efendimiz’e olan muhabbetleri sebebiyle O’nun peşinden gidiyor, kendi evlerine dönmüyorlardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Sa‘d’a:

“–Senin kabilenden çok yaralı var ve yaraları da ağır. Kıyâmet günü onların hepsi de yaralarından kan akar vaziyette geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi, fakat kokusu misk kokusu gibi olacaktır. Onlara söyle, evlerine gidip yaralarını tedâvi etsinler! Şu anda kimse bizimle birlikte gelmesin! Bunu kesin bir emir olarak onlara bildir!” buyurdu. Sa‘d -radıyallâhu anh-:

“–Rasûlullâh’ın kesin emridir, Benî Eşhel kabilesinden hiçbir yaralı bizi takip etmeyecek!” diye nidâ etti. Bütün yaralılar ister istemez geri döndüler. Gece boyu ateş yakıp yaralarını tedâvî etmekle meşgul oldular. Bu kabileden otuz yaralı vardı. (Vâkıdî, I, 315-316; Diyarbekrî, I, 444)

KUVVETLİ İMAN

Allâh’a olan kuvvetli îmânı neticesinde kendisinden beklenmeyecek derecede büyük bir metânet sergileyen hanım sahâbîlerden biri de Hazret-i Sümeyrâ -radıyallâhu anhâ-’dır.

Uhud günü Medîne bir haberle çalkalandı. “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar Arş’a dayandı. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehid olduğu haber verildiği hâlde o mübârek hanım bunlara hiç aldırmıyor, büyük bir endişeyle kendisini asıl kaygılandıran husûsu soruşturuyordu:

“–Allah Rasûlü’ne bir şey oldu mu?” deyip duruyordu.

Sahâbe-i kirâm cevâben:

“–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.

Sümeyrâ Hâtun:

“–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh’ın Rasûlü’nü gösteriniz!” dedi.

Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 51; Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet Toplumu, Erkam Yayınları