İman Edeptir

Cemiyet Hayatımız

Anadolu dervişi edebi neden her şeyin başı olarak görmüştür? Anadolu dervişinin müstesnâ edebi.

Anadolu dervişinin güzel hasletlerinden biri fevkalade bir edepti.

İMAN EDEPTEN İBARETTİR

Edebin ne kadar şümullü bir hakikat olduğunu Hazret-i Mevlânâ şöyle beyan eder:

“Aklım kalbime;

«–Îman nedir?» diye sordu. Kalbim de aklımın kulağına eğilerek;

«–Îman, edepten ibarettir!» dedi. «Edep, her şeyin başı...» diye fısıldadı.

O hâlde edebi olmayan kimse, Allâh’ın lutfundan mahrum kalır.”

Anadolu irfânına sahip bir şair de bu hakikati şöyle ifade eder:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,

Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep!

Bugün Anadolu hâricindeki Müslümanlar da bu müstesnâ edebi, hac, umre ve benzeri yerlerde temâşâ ediyor ve «el-Edebü’t-Türkî» diye takdir ediyorlar.

Bu irfanla yoğrulan Anadolu dervişi, ekseriyâ diz üstü oturur. Kıbleye, anne-baba ve benzeri büyüklere ve Kur’ân’a karşı ayak uzatmaz.

Mushaf ve diğer dînî eserleri, asla belden aşağıda taşımaz ve yere koymaz. Bu sebeple mushaflar için husûsî keseler hazırlanır ve duvara asılır. Mushafın üzerine başka kitap koymaz. Kur’ân-ı Kerim pür edep dinlenir.

Tarihte en uzun hüküm süren hânedan; altı asrı aşan ömrüyle, Osmanlı’dır. Roma vb. devletler daha uzun görünse de, aslında hânedanları inkıtâa uğramıştır.

OSMAN GAZİ’NİN EDEBİ

Osmanlı’nın bu mazhariyete nâil olmasının mânevî sebebini arayanlar, Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen şu iki edebe işaret etmişlerdir:

Osman Gazi; bir gece istirahati için kendisine gösterilen odada bulunan Kur’ân-ı Kerim sebebiyle, yatmayı edebe mugāyir görmüş ve sabaha kadar Kur’ân tilâvetiyle meşgul olmuştu. Bir ara uykuya daldı ve rüyasında Şeyh Edebâlî’nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan ayın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebâlî Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar hâline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıt’aya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü.

Yavuz Sultan Selim Han ise; mukaddes emânetlerin İstanbul’a gelmesini takiben, Hırka-i Saâdet Dairesine 40 hâfız tayin etmiş ve fâsılasız olarak Kur’ân-ı Kerim okunmasını temin etmişti. Rivâyete göre, bu hâfızlardan biri de kendisi idi.

İşte Kur’ân’a gösterilen ihtiram ve edebin mükâfâtı...

Rasûlullah Efendimiz’e edep de Anadolu ve Osmanlı coğrafyasında bambaşka tezâhürlerle kendisini göstermiştir.

Sultan I. Ahmet Han, Peygamber âşığı bir padişah idi. Her gün sabahleyin bir kâğıda büyük bir hürmetle «Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-» ism-i şerîfini yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi.

Ahmet Han; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nalinlerinin maketini yaptırıp, kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almaya çalışmış, gönlünden de şu mısralar dökülmüştür:

N’ola tâcım gibi bâşımda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün.

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,

Ahmedâ, durma, yüzün sür kademine O Gül’ün!..

Ahmet Han, her gün «mukaddes emânetler»i ziyaret etmiş ve bilhassa Efendimiz’in ayak izlerini yüzüne gözüne sürerek dakikalarca gözyaşı dökmüştür.

Yine o Peygamber âşığı Sultan;

“Resûlullâh’ın mescidindeki kandillerde zeytinyağının yanması muvâfık değildir. (Temsilen güllerin şâhı olan Efendimiz’in Ravza’sına gül yağı yakışır!)” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gülyağı vakfetmiştir.

Sultan I. Mahmut; âşık gönüllerin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan hasretlerini bir nebze de olsa dindirebilmek ümidiyle Eyüp Sultan Türbesi’ne, Allah Rasûlü’nün mübârek ayak izini koydurmuştur.

Osmanlılar devrinde Surre Alayı; Medine’ye girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne-i Münevvere’nin gönül iklimine hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işaretle huzûr-i Rasûlullâh’a yaklaşırlar, ziyaretlerini edeple îfâ ederlerdi.

Mekke ve Medine’ye «hâkim» değil «hâdim» olduğunu belirten bir milletin, her sene muntazam olarak gönderdiği Surre-i Hümâyun; mübârek beldelere gönderilen önemli miktardaki maddî hediyelerin ötesinde, ecdâdımızdaki Peygamber sevgisinin sembolleşmiş bir şekliydi.

Bu, resmî bir hizmet olmanın ötesindeydi. Halk da mektuplarını ve hediyelerini Surre’ye takdim ederlerdi. Bir meçhulden, bir meçhule hediyeler giderdi.

PEYGAMBERİMİZİN KOMŞULARI

Anadolu halkı, Hicaz halkına;

“Peygamber Efendimiz’in komşularıdır.” diye muhabbet besler ve hürmet ederdi. Hicaz halkı da, gelen hacılara;

“–Bunlar Rahmân’ın misafirleridir!” diye ellerinden gelen bütün gayreti göstererek ikramda bulunurlardı.

Osmanlı’nın son devrinde Yeşil Kubbe yenilendi. Mimar ve ustalar; Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek için, hiç dünya kelâmı konuşmadılar. «Bana tuğlayı uzat!» yerine; «Allah!» vb. zikirlerle anlaştılar. Bu tamirde vazifeliler, Ravza’da her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular. Yine bu tamir esnasında gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağlamaları, misli görülmemiş birer edep ve ihtiram nümûnesidir.

Hiçbir Osmanlı padişahı; Medîne-i Münevvere’den gelen mektubu tahtında oturarak dinlememiş, mutlaka ayağa kalkarak kimden gelirse gelsin o mektubun geldiği mekâna ihtiram göstermiştir.

Öyle ki Abdülaziz Han, bir gün hasta yatağında iken kendisine mektuplar arz ediliyordu. Sıra Medine’den gelen mektuplara gelince, yattığı yerde dinlememek için yardımcılarına;

“Beni kaldırın!” demiş, iki kişinin kollarında doğrulmuş vaziyette mektup okunmuştur.

O padişahlar ki; kendilerini Hâdimü’l-Harameyn / Mekke ve Medine’nin hizmetkârı addeder, hattâ «Harameyn-i Şerîfeyn»in süpürgecisi olduklarına işaret eden bir sorguç taşır ve mübârek beldenin süpürgecilerinin maaşlarını kendi servetlerinden verirlerdi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Anadolu Dervişinin Gönül Dünyası, Yüzakı Yayıncılık