İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Sultanlarla Münasebetleri

Abidevi Şahsiyetler

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin sultanlarla münasebetleri...

Bâbürlü sultânı Ekber Şah, önceleri saf inançlı, dindar bir müslümandı. Okuma yazma bilmezdi. Siyasî durumlar ve buna bağlı olarak yapılan göçler sebebiyle bilgisiz ve tahsilsiz kalmıştı. Bu sebeple etrâfındaki menfaat düşkünü âlimlerin tesiriyle zamanla bâtıl fikirlere saplandı. Bu ilim adamları, sultanlara ve idarecilere yakın olmaya çalışıyor, onlara şirin görünmek için de ellerinden gelen bütün tâvizleri vererek zihinlerde İslâm’a dâir birçok şüphe ve tereddüt uyanmasına sebep oluyorlardı. İhtilâflı mevzuları gündeme getirmek sûretiyle zenginleri yoldan çıkarıyorlardı.[1]

Neticede dînî istikâmetini kaybeden Ekber Şah, müslüman olmayanlara devlet idaresinde mühim vazifeler verdi, bâzı Hindû kadınları haremine aldı. Yakınında bulunan insanların teşvikiyle İslâm ile Hinduizm’i birleştirmek görüntüsü altında Dîn-i İlâhî adında yeni bir din îcâd etti. Bâzı yerlerde câmiler yıkılıp yerine Hindû mâbedleri yapılıyordu. Ekber Şah, kendisine saygı için secde edilmesini emretmeye başladı. Hindûlar için bu durum mesele teşkil etmiyordu. Ancak samimî müslümanlar için vaziyet gâyet müşküldü. Sultânın gözüne girmek isteyen dünya ehli, menfaatperest gâfil âlimler de, ibadet niyetiyle değil, selâmlama maksadıyla sultâna secde edilebileceğine dâir fetvâ veriyorlardı.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri başkent Agra’ya (Ekberâbâd’a) gidip Sultân’ın bâzı yakınlarıyla görüştü:

“–Sultan, Allah Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne âsî olmuştur. Ona hatırlatın ki saltanatı ve iktidarı dağılacaktır. Tevbe etsin, Allah ve Rasûlü’nün yolunu tutsun!” buyurdu.

Yüksek mevki sahibi bâzı devlet adamları, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne çok saygı gösteriyorlardı. Bunlar Sultân’ı doğru yola getirmek için ne kadar gayret sarf ettilerse de, Ekber Şah, kendi îcâd ettiği dînin ihtilâçları içindeydi ve nasihatlere îtibâr etmiyordu. Derken Ekber Şâh’ın müneccimleri ona saltanat ve iktidarının yakında yok olacağını bildirdiler. Bu duruma üzülen Sultan, o günlerde dehşetli bir rüya da gördü. Bunun üzerine:

“–İsteyen Müslümanlığa sarılır, isteyen Dîn-i İlâhî’ye bağlanır. Zorlama ve mecburiyet yoktur.” diye bir ferman çıkardı. Bir festival münâsebetiyle çadırlar kurdurdu. Dîn-i İlâhî’ye inananların çadırlarını güzel kumaşlar ve yiyeceklerle doldurdu. Müslüman çadırlarında ise fakirlik alâmetleri görülüyordu. İmâm-ı Rabbânî g, bağlılarıyla birlikte müslüman çadırlarına gelip yerleşti. Eline biraz toprak alıp Dîn-i İlâhî mensuplarının çadırlarına doğru attı. Bunun üzerine şiddetli bir rüzgâr çıktı. Ekber Şah ve takipçileri çok zor anlar yaşarken müslümanlar hiç sıkıntı çekmedi. Bu açık ilâhî îkazdan sonra bâzı devlet erkânı ve kumandanlar İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne mürîd oldular.[2]

1605 senesinde Ekber Şah öldü ve oğlu Cihangir tahta geçti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu duruma çok sevindi. Zira Cihangir’in, İslâm’a bağlı bir kişi olduğunu düşünüyordu.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri pek çok halîfesini tebliğ ve irşadda bulunmak üzere farklı bölgelere gönderdi. Meselâ Mîr Muhammed Nûmân’ı hilâfet ve icâzet vererek Dekken’e gönderdi. Onun dergâhında yüzlerce insan toplanarak Allah Teâlâ’yı zikredip murâkabeye dalar ve ilim tahsil ederdi. Şeyh Bedîuddîn Sehârenpûrî’ye halîfelik vererek önce memleketine, oradan da Agra’ya gönderdi. Böylece birçok devlet adamı irşad halkasına katıldı, askerî erkândan binlercesi Hazret-i İmâm’ın elinde tevbe etti.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Mevlânâ Muhammed Kâsım başkanlığında 70 kişiyi Türkistan tarafına gönderdi. Mevlânâ Ferruh Hüseyin başkanlığında 40 kişiyi Arabistan, Yemen, Sûriye ve Anadolu tarafına yolladı. Kemâle ermiş 10 kişiyi, Mevlânâ Muhammed Sâdık’ın başkanlığında Kâşgar’a doğru, 30 kişiyi de Şeyh Ahmed Berkî’nin başkanlığında Türkistan, Bedahşan ve Horasan’a doğru yolladı. Bu kişiler gittikleri yerlerde büyük muvaffakıyetler elde ettiler ve büyük halk kitleleri onlardan istifâde etti.[3]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin etrâfındaki topluluk gün geçtikçe daha da büyüyordu. Cemaat o kadar artmıştı ki devrin eşraf ve idârecilerinin Hazret-i İmâm’ı ziyaret etmeleri, izdiham sebebiyle oldukça zorlaşmıştı. İnsanların bu alâkasından rahatsız olan Sultan Cihangir,  1619 senesinde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni başkent Agra’ya çağırdı. Bir mektubundaki tasavvufî ifâdelerinden dolayı onu hesâba çekti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin mâkul açıklamaları üzerine iknâ oldu. Ancak sultânın yanındaki bâzı kişiler:

“–Bu şeyh size selâmlama secdesi yapmadı, ordu içinde de pek çok müridleri var. Yakında bu kalabalık müridleriyle bir fitne çıkarabilir ve mülkünüze zarar verebilir. Şeyh Ahmed’in asker içinde o kadar çok mürîdi var ki, isterse pâdişahlık iddiâsında bile bulunabilir.” gibi sözler sarf ettiler.

O dönemde sultânın vezîri ve hizmetkârları, çoğunlukla bâtıl mezheplerde idiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin de şerîat dışı mezhepleri tenkid eden mektupları ve müstakil bir risâlesi olduğu için, ona karşı şiddetli bir öfke besliyorlardı. Sultânı kışkırtanlar da bunlardı.[4]

Neticede Cihangir, 55 yaşına gelmiş olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni Govâliyâr Kalesi’ne hapsetti. Kitaplarına, bahçesine, kuyusuna ve evine el koydu ve âilesini başka bir yere naklettirdi. Bir sene hapiste kalan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri oradaki insanlara İslâm’ı öğretti ve onları irşâd etti. Bâzılarının İslâm’a girmesine vesîle oldu.[5] Burada Allah için katlandığı çileler sebebiyle, mânen daha da yükseliyordu.[6]

Cihangir, bir sene sonra yaptığına pişman oldu ve İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni “kışlada kalmak” şartıyla serbest bıraktı.[7]

Cihangir, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nden, dînî hususlarda kendisine danışman olmasını taleb etti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu mevzuu bir müddet müzâkere edip Cihangir’in samimî olduğunu anlayınca, bu teklifi şu şartlar mukâbilinde kabûl etti:

1) Sultânı selâmlama secdesi kaldırılacak,

2) Bütün yıkılan ve tahrip edilen câmiler yeniden inşâ edilecek,

3) İnek kesmeyi yasaklayan emirler iptal edilecek,

4) Kadılar, müftüler ve idâreciler İslâmî hükümleri tatbîke dikkat edecek,

5) Cizye alınmaya yeniden başlanacak,

6) Bütün bid’atler kaldırılıp İslâmî hükümler uygulanacak,

7) Dindarlığı sebebiyle hapsedilenler serbest bırakılacak.

Görüldüğü üzere İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin herhangi bir şahsî talebi yoktu. Onun tek gâyesi, önceki hükümdar devrinde yapılan tahribâtı telâfi etmek ve daha önceki sıkıntıların tekrar yaşanmasına mânî olmaktı.[8]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri sultânın yakınında olmayı, onu İslâmî esaslara teşvik etmek için iyi bir fırsat olarak telâkkî etti. Sultânın meclislerine katılarak dînî mevzularda sohbetler etti. Meclislerde bulunanlar onu büyük bir alâkayla dinlediler.[9]

Saltanatının ilk devirlerinde câmilerin yıkılmasına sessiz kalan ve bu sebeple İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tarafından tenkid edilen Cihangir, bu sohbetlerin bereketiyle sonraları câmi inşâ ettirip sığır kurban edecek kadar İslâm’a bağlandı.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Sultan Cihangir’in yanında dört sene kaldı. Bu esnâda bir taraftan da dostlarına mektuplar yazmaya devam etti. 1033 senesinde tam olarak serbest bırakılan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, kendisini ziyarete gelen oğullarıyla birlikte Sirhind’e döndü ve ömrünün son senesini memleketinde geçirdi.

DİPNOTLAR

[1] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 30, no: 67. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu gibi âlimler hakkında şöyle buyurur:

“Ehl-i İslâm’ın, müslüman olan sultâna yardım etmeyi kendilerine bir borç bilmesi lâzımdır. Şerîati yüceltme ve dîni güçlendirme hususunda sultânı yönlendirmeleri îcâb eder. Sultâna olan bu destekleri gerek sözlü gerekse fiilî olabilir. En âcil destek, sözlü olanıdır. Bunun da en iyisi, şer’î meseleleri beyan ve akāid esaslarını Kur’ân, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet’e uygun bir şekilde îzah etmektir. Böylece aradan birtakım sapık ve bid’atçilerin çıkıp yolu tıkamasına ve durumu bozmasına mânî olunur. Bu nevî yardım, âhireti gözeten Ehl-i Sünnet âlimlerine mahsustur. Zira bütün gayreti dünyalık peşinde koşmak ve basit menfaatler elde etmek olan âlimlerle beraber olmak, öldürücü zehirdir. Bunların fesâdı başkalarına da sirâyet etmektedir.

Nitekim geçen asırda ne musîbetler geldiyse hep bunların fenâlığından geldi. Önceki sultânı hak yoldan çıkaranlar bunlardı. Sadece sultânı saptırmakla kalmamış, sapıklığa düşen yetmiş iki fırkanın hepsinin önderi mutlakâ bu kötü âlimler olmuştur. Kötü âlimler kadar sapıklığı diğer insanlara geçen başka biri yok denecek kadar azdır. Günümüzde sûfîlere benzeyen çoğu câhiller de kötü âlimler hükmündedir. Zira onların bozuk fikirleri de başkalarına tesir etmektedir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 243, no: 47)

[2] Müceddidî, Ravzatü’l-Kayyûmiyye, I, 221-227; Muhammed Halîm Şarkpûrî, İmâm-ı Rabbânî (trc. Ali Genceli), Konya 1978, s. 29-33.

[3] Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 156.

[4] Bedahşî, Menâkıbu’l-Hazarât, vr. 39a-40b.

[5] Bedahşî, a.g.e, vr. 41a; Muhammed Murâd Kazânî, Tercümetü Ahvâli’l-İmâmi’r-Rabbânî, Mu‘arrabu’l-Mektûbât (ed-Dürerü’l-Meknûnâti’n-Nefîse), Mekke 1317 kenarında, I, 58-59; Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul 2005, s. 29.

[6] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 180, no: 5; III, 182, no: 6.

[7] Bedahşî, a.g.e, vr. 41a-41b.

[8] Halil İbrahim Şimşek, Osmanlı’da Müceddidîlik, İstanbul 2004, s. 66-67.

[9] İmâm-ı Rabbânî, a.g.e, III, 318, no: 43.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları