İlahi Kameralar Her Halimi Kaydediyor!

İbadet Hayatımız

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) ayeti bize “Rabbim beni her zaman ve mekânda görüyor, ilâhî kameralar her hâlimi kaydediyor!” şuuru kazandırmalıdır...

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

İstemegil Hakk’ı ırak,[2]
Gönüldedir Hakk’a durak.
Sen senliğin elden bırak,
Tenden içeri candadır.

Hak dostu ârifler; Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” demişlerdir. Yani benliği, enâniyeti, gurur ve kibri bertaraf etmeden, gönül aynası nurlanmaz. Nefs perdesinin ardından bakanlar, ancak sûret ve şekilleri görürler; mânâ âlemine, sır ve hikmetlere intikal edemezler. Kalbini nefsânî arzuların kesâfetinden kurtaran, yani nefs engelini aşıp Hak nûruyla bakanlar ise her dâim Cenâb-ı Hakk’ı kalplerinde bulurlar.

Yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor:

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

Hakîkaten, kalbimizden geçen duygu ve düşünceleri bizden başka hiç kimse bilemez. Fakat;

(Allah) gözlerin hâince bakışını ve sadırların (kalplerin) gizlediğini (dahî) bilir.” (el-Mü’min, 19)

İşte Cenâb-ı Hakk’ın kullarına kendilerinden bile yakın oluşunu lâyıkıyla idrâk eden ârif kullar, kendi nefislerinin arzusuna değil, her hâlükârda ilâhî irâdeye râm olurlar. Cüz’î irâdelerini, küllî irâdeye aykırı şekilde kullanmaya aslâ yönelmezler.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel hulâsa etmektedir:

19. asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “beşerî/cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Şeyh Efendi’nin huzur dersine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını emir buyurur. Huzur dersine iştirâk eden Şeyh Efendi, meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda şu cevâbı verir:

“Ben umûmî mânâda cüz’î irâde yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak bazı insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyâullâhın büyükleri, dâimâ huzûr-i ilâhîde olduklarının idrâki içinde yaşadıklarından, cüz’î irâdelerinde de tezâhür imkânı yok denecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe mugâyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar.

Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişah irâdesine rağmen, istediğimiz gibi kullanmamız mümkün değildir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.”

Aldığı bu cevaptan gayet memnun kalan pâdişah, Şeyh Efendi’ye ikram ve iltifatlarda bulunur.

Velhâsıl kulun kendini dâimâ ilâhî huzurda bilme şuuru, âdeta îmânın özü ve rûhudur. Bütün ibadet ve davranış güzelliklerinde arzu edilen ihlâs, takvâ ve huşû hâli, ancak bu kalbî kıvâm ile kazanılabilir. Zira Cenâb-ı Hakk’ı göremesek de O’nun bizi her an görmekte olduğu, O’nun dâimâ bizimle beraber bulunduğu, hattâ bize bizden yakın olduğu şuuruyla yapılan her sâlih amel; ihlâs dallarını filizlendirir, takvâ çiçeklerini yeşertir, huşû meyvelerini olgunlaştırır.

Hiçbir fânînin görmediği zamanlarda dahî istikâmet üzere kalmak, beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan titizlikle sakınmak, ancak;

“Rabbim beni her zaman ve mekânda görüyor, ilâhî kameralar her hâlimi kaydediyor!” şuurunu kalbe nakşetmekle mümkündür.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2021 – Ocak, Sayı: 419