İlâhi İsthidâma Memur Olanlar

İbadet Hayatımız

Hak dostu, meşhur tâbiriyle; “insan-ı kâmil”dir. Yani Allah Teâlâ’nın insanoğlundan istediği ideal ve model şahsiyettir. Bununla birlikte, her velî zâtın husûsiyetleri aynı değildir. Kendileri “kâmil” olsalar da içlerinden ancak “kâmil ve mükemmil” olanlar, yani başkalarının da mânevî tekâmülüne hizmet edebilecek durumda olanlar, irşâda memur ve mezun edilerek “mürşid-i kâmil” olurlar.

Mürşid-i kâmiller, Hazret-i Peygamber’e aşk ile itaat neticesinde Hakk’a vâsıl olmuş, yüksek ruhlar ve yüce şahsiyetlerdir. Tarîkatte seyr u sülûkünü tamamlayıp irşâda ehliyetli olan zâtlardır. “Hakk’a vâsıl olduktan sonra, âdeta ayak izleri üzere geri dönüp, halkı Hakk’a güzel bir kul olmaya, Hazret-i Peygamber’e lâyık bir ümmet olmaya dâvet etmek ve onların mânevî terbiyeleriyle meşgul olmak hususunda vazifelendirilmiş kimselerdir.”[1] Cenâb-ı Hak onları, mârifetullah ilmi ve ilâhî ahlâk ile donatıp müstesnâ rehberler hâlinde bütün insanlığa ihsan buyurmuştur.

Mânevî irşad silsilesinin sürekliliğini de temin eden bu “ilâhî istihdâm”ın birtakım esasları vardır. Nitekim şu hâdise, bu esasların en mühimlerinden birine ışık tutmaktadır:

Alâüddîn Attâr Hazretleri anlatıyor:

Hâce Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin vefâtına yakın yanında bulunuyordum… Oradakiler:

«–Acabâ Hâce Hazretleri müridlerini terbiye için yerine kimi bırakacak?» diye gönüllerinden geçirmektelermiş. Hâce Hazretleri firâset buyurup:

«–Bu vakitte bana teşviş vermeyiniz (zihnimi karıştırıp gönlümü bulandırmayınız)! Bu iş benim elimde değildir. Allah Teâlâ kimi tâyin ederse, o sizin terbiyenizle meşgul olur.» buyurdular.”[2]

Mâlûm olduğu üzere, mânevî irşad silsilesinin devâmı, kâmil bir mürşide mânen vâris olacak bir başka mürşidin tâyiniyle gerçekleşir. Bu tâyin ise önceki mürşidin bile salâhiyetinde değildir. Bu husus, ancak âlem-i mânâda, Allah ve Rasûlü’nden gelen işaret ve izinle olur.

İRŞADA SELAHİYETLİ OLMAK İÇİN MANEVİ TAYİN GEREKİR

Yani tasavvufî mânâda irşâda salâhiyetli olmak için yalnız bu vazifeye liyâkat kâfî gelmez, ayrıca mânevî tâyin gerekir.

Nitekim tarihte nice tarîkat, mânevî tâyinle te’yid edilmiş bir mürşid gelmediği için devam etmemiştir. Bâzı tarîkatlerde ise, yine aynı hikmete binâen, birden fazla liyâkatli zâta icâzet verilmiştir. Tarîkat silsilelerindeki farklı kolların teşekkülü, bundan dolayıdır.

Öte yandan mânevî tâyin, ancak lâyık olana gelen bir ihsân-ı ilâhîdir. İnsanlar nazarında ehil görülmeyen birine bile lûtfedilse, bu durum, o zâtın aslında bu hizmete ehil olduğunu veya ehil kılınacağını gösterir. Bu tâyin, bâzen göz önündeki birine olur, bâzen nazarlardan gizli kalmış birine, bâzen de babadan oğula olur. Nitekim tarihte nübüvvetle vazifelendirilmiş, baba-oğul pek çok peygamber gelmiştir. Mürşid-i kâmiller silsilesi için de durum aynıdır. Meselâ İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Hazretleri’nden oğlu Muhammed Mâsûm’a, ondan da oğlu Şeyh Seyfeddîn’e mânevî irşad vazifesi intikal etmiştir. Yani maddî verâset, mânevî verâsete mânî değildir. Mühim olan, liyâkat ve mânevî tâyindir.

MUTEŞEYYİHLERE UYMAK SON DERECE TEHLİKELİ

Mürşid-i kâmiller, kendileri gibi kâmil mürşidlerin terbiyesi altında yetişmiş, Hakk’a vâsıl olmuş, şer’î hükümlere vâkıf ve muktezâsıyla âmil kimselerdir. Hakk’a vuslat yolunda seyr u sülûkün muhâtaralı menzillerini, yollardaki engebeleri, çukurları, keskin virajları, dipsiz uçurumları, tehlikeli geçitleri, nefs ve şeytanın hîlelerini bilir; talebelerini gerekli îkaz ve nasihatlerle bunlardan korumaya gayret ederler. Dâimâ sabır, tahammül, rızâ ve şükür telkîn eder, böylece talebelerinin selâmetle hedefe ulaşmalarına yardımcı olurlar. Gerek huzurlarında, gerekse de gıyablarındaki müridlerini her türlü dalâletten muhâfazaya çalışırlar.

Onların hâl, hareket ve sözleri, şerîatin emir ve nehiylerine, tarîkatin âdâb ve erkânına büyük bir titizlikle riâyet içindedir. Ten rahatlığından, zevk u safâdan, ruhsatlara meyletmekten ve bid’atlerden, en çok kendileri uzak durur, mihnet ve meşakkatlere sabırla tahammül eder, azîmetle amel etmeye gayret gösterir, din kardeşlerinin hizmetine koşar, zühd ve takvâya yönelip kifâyet miktârı bir dünyalıkla yetinerek sâde ve külfetsiz bir hayat yaşarlar. Böylece çevrelerine telkîn ettikleri ölçülerin fiilî bir numûnesi olurlar.

Bu yönüyle mürşid-i kâmil, müridlerinin kendisine uyduğu bir imam mevkiindedir. Bu sebeple de kendi hayatında Kitap ve Sünnet’e muhâlif hiçbir hâl ve davranışa yer yoktur.

Bu esaslara riâyet etmeyip de şeyhlik iddiâ eden müteşeyyihlere uymak ise, son derece tehlikelidir. Böyle kimseler, kendilerine uyanları Hakk’a yaklaştırmak yerine bilâkis daha da uzaklaştırırlar. Ebedî saâdet yerine sefâlet ve felâketlere sebep olurlar.

[1] Bkz. Muhammed Pârsâ, Muhammed Bahâüddîn Hazretleri’nin Sohbetleri, s. 77-78.

[2] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât, s. 123-124; Muhammed bin Abdullah Hânî, Âdâb, sf. 305-306.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları