İkinci Osmanlı Padişahını Tanıyalım

Osmanlı Tarihi

Orhan Gâzî (1281-1360), Osmanlı sultanlarının ikincisidir. Babası Osman Gâzî, annesi ise Osmanlı Devleti’nin mânevî mimârı Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun’dur. Genç yaşından itibaren Bizans tekfurları ile yapılan gazâlara iştirâk ederek yetişti. Esir alınan Yarhisar tekfurunun Müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlendi. Orhan Gâzî’nin ve devlet ricâlinin şahsiyeti de, babası Osman Gâzî gibi Şeyh Edebali Hazretleri’nin mânevî terbiyesi ile şekillenmiştir.

ABİDEVİ ŞAHSİYETİ

Orhan Gâzî, babasının ihlâs ve irâdesini, ağabeyinin rızâsını ve ehlullâhın duâsını almıştı. Böylece O, kendisinden sonra asırlarca Osmanlı sultanları için müstesnâ bir örnek şahsiyet olmuştur. Yâni kısaca «Orhan şahsiyeti» diyebileceğimiz bir model insan, onun şahsında inşâ edilmiştir. O’nun, Bursa’da Orhaniye külliyesinin bir bölümü olarak yaptırmış olduğu câmînin kandillerini her sabah kendisinin yakması ve imâretinde fakir-fukarâya bizzat hizmet ederek yemek dağıtması, bu model şahsiyetinin nümûne-i imtisâl bir tezâhürüdür. O’nun bu amel-i sâlih adımlarıyla, Osmanlı’da kurulacak olan binlerce vakfın zemini teşkîl edilmiştir. Son derece dindardı. İlâhî emirlere bağlılığı, kendisi için en büyük vecîbe edinmişti. Ehl-i irfânı, hâfızları çok severdi.

Gâzî, san’at erbâbı ve fakirlere karşı cömert; mücâhidlere hürmetkârdı. Onlara ev yaptırır, rızıklarını te’mîn ederdi. Âlimlere değer verirdi. İnce fikirli, ileri görüşlü, âdil, şecâatli ve muhârip bir pâdişâhtı. Nâdir hükümdarlarda bulunan yüksek sıfatlara sahipti. İslâm seyyâhı İbn-i Batuta: “Zamanındaki Türkmen meliklerinin en ulusudur. Yüze yakın kalesi vardır.” demektedir.

HİZMETLERİ

Diğer taraftan Orhan Gâzî, bir Osmanlı sultanı ile Bizans imparatorunun karşı karşıya geldiği ilk harbi yapmış ve imparatoru açık bir şekilde mağlûb etmiştir. Adına Palekanon savaşı denilen bu harpten sonra Bizans, elinden çıkardığı yerler husûsunda herhangi bir direnç gösteremez bir hâle düşerek iyice zayıflamış ve Osmanlı fütûhâtının da önü batıya doğru açılmıştır. İlk Osmanlı medresesi Osman Gâzî zamanında İznik’te açılmıştı. Müderrisliğe de, zamanın zâhirî ve bâtınî âlimi Dâvûd-i Kayserî tâyin edilmişti. Bu zât, Muhyiddîn-i Arabî’nin “Fusûsu’l-Hikem”ini şerhetmiştir. Bu eser, tasavvufî telakkînin Osmanlı toprağı üzerinde yayılmasına bir zemin oluşturmuştur. Babasının hizmetlerini daha ileriye götüren Orhan Gâzî, halkının mânevî olgunluğunu sağlamak üzere ülkesinin her tarafında tekkeler ve zâviyeler yaptırmıştır.

FÜTÜHATI

Silsile-i Nakşibendiyye’den Hâce Muhammed Baba Semasî -kuddise sirruh-, Şeyh Edebali -kuddise sirruh- ve Hacı Bektâş-ı Velî -kuddise sirruh- da bu devrin büyüklerindendir. Bunlar, Osman Gâzî ve Orhan Gâzî zamanlarını idrâk etmişlerdir. Orhan Gâzî devresi, Osmanlı Devleti’ni istikbâle kudret ve azamet içerisinde taşıyacak ulvî mayanın hummâlı bir şekilde yoğrulduğu bir devredir. Bu devre, ileride yapılacak yeni ve büyük hamlelerin hazırlık safhasını teşkîl eder ki, îmânla kudretin o kolay kolay tutturulamayan terkîbi, mânevî büyüklerin mübârek elleriyle mâhirâne ve kalıcı bir surette gerçekleştirilmiştir. Bu itibarla beyliğe, gerçek bir devlet olma husûsiyetini kazandıran kişi, Orhan Gâzî’dir. O da, babası gibi Anadolu içerisindeki hesaplaşmalardan ziyâde küffârla gazâ ilkesini benimsemişti. Bu yolda gözlerini başta İstanbul olmak üzere tâ ötelere dikmişti. Bunun için kendisine “merzbânü’l-âfâk” (ufukların sahibi) ünvânı verilmiştir.

Bir yerde bir aydan fazla durmayıp i’lâ-yı kelimetullâh yolunda sürekli cihâd üzre bir hayat yaşadığı rivâyet edilir. Bununla birlikte O: “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethini gönüllerde tecellî ettirmeyi tercîh ediyordu. Dolayısıyla O’nun dâhiyâne siyâset ve güçlü hamleleri neticesinde kılıçların sağladığı zâhirî fütûhât, gönül fetihleri ile ebedîleştiriliyordu. Fethedilen yerlere en evvel, ehl-i kalb, sâlih ve velî zâtlar iskân ediliyordu. Onların örnek yaşayışları, belde halkının hidâyetine vesîle oluyordu.

Bu mânevî fetih ordusu velîler, kendi gönüllerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin taşına toprağına olduğu kadar, insanların kalblerine de nakşediyorlardı. Böylece, tabandan tavana, halkdan devlete kadar bütün fertler, rızâ-yı ilâhiyyeye nâil olmak için, hizmet müesseselerinin ilk temellerini atıyorlardı… Yeni fethedilen topraklarda yaşayan yerli hıristiyanlar, Osmanlı halkının nezih yaşayışına, ahlâkına, bilhassa merhamet ve şefkat duygularına hayran kalıyor ve bu keyfiyet de, yerli halkın müslümanlaşmasını kolaylaştırıyordu. Orhan Gâzî’nin, İznik’in fethinden sonra halka gösterdiği muâmele, ahâlîyi mes’ûd etmiş, bu sebeple hicret vukû bulmamış, herkes bahtiyar bir şekilde yaşamıştır.

Bu adâlet dolu huzur ve sükûnu duyan diğer hıristiyan şehirleri de, Osmanlı’nın kendi topraklarını da fethetmesini arzu ediyorlar, bunun için gizliden gizliye dâvet mektupları yazıyorlardı. Zîrâ başlarındaki zâlim tekfurlar, halka ezâ ve cefâda o derece ileri gitmişlerdi ki, artık kimsenin buna dayanacak tâkat ve gücü kalmamıştı. Hattâ tekfurların kendi âile efrâdları bile onların zulümlerinden bıkmış ve usanmışlardı. Nitekim Aydos kalesi, bizzat tekfurun kızının yaptığı gizli bir plân sayesinde Abdurrahmân Gâzî tarafından fethedilmiştir. Bunun içindir ki, babasının izinde yürüyerek böyle büyük bir oluşa vücûd veren Orhan Gâzî, Osmanlı hükümdarlarının en büyüklerinden biri kabûl edilir. O’nun yaptıkları, askerî, siyâsî ve idârî planda kendisini orta zamanların değil, yeni çağların devlet müessisleri arasına dâhil edebilecek çapta azametli ve büyüktür.

O’nun her işi hesaplı, her hareketi muntazamdır. O, gâyesine temkîn ve metânetle adım adım gitmesini bilen bir gâzîdir. O, açtığı gazâ ve fetih bayrağının câzibesi, mülkündeki adâlet, gönlündeki ihlâs ve samîmiyyeti ile dîn-i mübîne hizmet bereketi neticesinde Anadolu’daki siyâsî tevhîdin temel harcını, babası gibi mahâretle yoğurmaya devam etmiştir.

Nitekim ehl-i küfrün, topraklarını fethetmesi husûsundaki teklifleri yanında, Selçuklu’dan kopan Anadolu beyliklerinin kuruluşlarından beri İslâm’ın birlik ve beraberliği rûhuyla hareket eden birçok muazzez ve müstesnâ şahsiyetleri, toprakları ile birlikte Osmanlı’ya iltihakta bulunmuştur. Diğer bir ifâde ile, Osmanlı Devleti, Şeyh Edebali Hazretleri ve emsâlinin mânevî mîmârlığı ile vücûda gelen kâ’bına varılamaz âbidevî bir cihan devleti olmuştu. Büyüklük hem maddede, hem de mânâda gerçekleşmişti. Kısa bir zamanda Osmanlı Devleti, o derece kudret ve ihtişâm kazandı ki, Orhan Gâzî, Bizans İmparatorluğu’nun içişlerine karışır ve dilediği kimseyi tahta geçirir, dilediğini de tahttan indirir oldu. Oğlu Süleyman1 Paşa, Rumeli’ye geçti ve oralara îmân meş’alesiyle sağlam bir yerleşme plânı uyguladı.

VEFATI VE KABRİ

Hâli, ahlâkı ve örnek şahsiyeti ile tarihin altın sahifelerine eşsiz bir sultan olarak geçen Orhan Gâzî, 1359 yılında vefat etti. Kabr-i şerîfi, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’tedir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriye Osmanlı