İhsan Şuurunun Önemi

İbadet Hayatımız

En büyük hikmet ve hakîkatten mahrum kalanlar kimlerdir? İhsan şuurunun önemi nedir?

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yedi deniz ve dört ırmak seni mismil[1] eylemeye
Çünkü işin o Hak ile olmadıysa kaldın ırak[2]

[Hak dostları, her hâlükârda Cenâb-ı Hak ile beraberlik ikliminde yaşarlar. Kendilerini her an ilâhî kameraların müşâhedesi altında bilirler. Bu şuur ve hissiyat ile yaptıkları ibadet ve amelleri de Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetine vesîle olur.

EN BÜYÜK HİKMET VE HAKÎKATTEN MAHRUM KALANLAR

Bunun zıddına Cenâb-ı Hak’tan gâfil şekilde yaşanan bir hayat ise, en fecî ziyanlıktır. Bu fânî imtihan âlemine nereden ve niçin geldiğini, kimin mülkünde yaşadığını, kimin verdiği rızıkla merzuk olduğunu, sonunda dönüşünün kime olacağını bilmeyen bir insan, zâhiren ne kadar bilgili olursa olsun, en büyük hikmet ve hakîkatten mahrum kalmış demektir.

Cenâb-ı Hak kullarına peygamberler, kitaplar göndermiş, kâinâtı varlık ve birliğine işaret eden sayısız kevnî âyetiyle tezyin etmiş, insanı idrâk bakımından mahlûkâtın en üstünü kılmıştır.

Hâl böyleyken, bunca nîmetleri ihsân eden Cenâb-ı Hak’tan gâfil bir hayat yaşamak, ne büyük bir kalp körlüğüdür. Bu cihan misafirhanesinde yerli edâsıyla oturan, alık ve abus bir çehreyle dolaşanların gâfilce oynadıkları körebe oyununun, âhirette ebedî bir körlüğe dönüşeceğini, âyet-i kerîme şöyle haber vermektedir:

“Bu dünyada (gaflete dalmak sûretiyle) kalbi kör olan (yani ilâhî hakîkatlerden gâfil kalan), âhirette de kör ve daha şaşkındır.” (el-İsrâ, 72)

Bunun içindir ki sâlih mü’minler, Cenâb-ı Hak’tan bir nefes bile gâfil kalmamak için dâimî bir zikir hâliyle yaşamaya gayret gösterirler. Bu hâl, onların ibadetlerine, ahlâklarına, muâmelât ve muâşeretlerine, velhâsıl hayatlarının her safhasına yüksek fazîletler olarak akseder.

İHSAN ŞUURUNUN ÖNEMİ

Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından istediği de “ihsan” şuuru içinde bir kulluk hayatı yaşamamızdır. Yani bizler Cenâb-ı Hakk’ı bu dünya gözüyle göremesek de O bizi her an görüp gözetmektedir. O bizim her hâlimize vâkıftır. Kalbimizden geçenleri dahî bilmektedir. İşte bu şuur ve idrâki, hiç silinmeyecek şekilde kalbimize nakşetmemiz zarûrîdir.

Zira bu “ihsan” şuurumuz hangi seviyede ise, ibadetlerimizi makbul kılan tâdil-i erkâna da o kadar riâyetkâr olur, huşû hâlini o nisbette yakalayabiliriz.

Meselâ oruç ibadeti bize Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinin kadrini bilmeyi, şükrümüzü artırmayı, O’nun aç ve muhtaç kullarına karşı daha merhametli olmayı tâlim eder. Böylece Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımızı artırır.

Zekât, sadaka ve infak ibadetleri, Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri yine O’nun kullarıyla paylaşırken, ikramlarımızın muhtacın eline geçmeden evvel Cenâb-ı Hakk’ın kudret eline geçeceği hissiyâtıyla, büyük bir edep, nezâket ve hürmet duyguları içinde bulunmamızı telkin eder.

İhramlarla bir kefen iklimine girerek îfâ edilen hac ibadeti de Cenâb-ı Hakk’ın davetine; “Lebbeyk / buyur yâ Rabbi” nidâlarıyla icâbet etmektir. Orada Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ af, rahmet, mağfiret, yakınlık ve lûtuf tecellîlerine kavuşmaktır. Hazret-i Mevlânâ’nın mecazen ifade ettiği gibi:

“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin Sahibi’ni arasınlar. O’nu bulduktan sonra, Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

İşte hac ibadeti de Cenâb-ı Hak ile beraberliği kalbe nakşedebilme nisbetinde makbul olur.

Yine Rabbimiz’le beraberlik hissiyâtımız ölçüsünde, kalp ve beden âhengi içinde rükû ve secdelere varabiliriz.

Fakat bu şuur yoksa -Allah korusun- ibadetler, değersiz bir paçavra gibi kulun yüzüne çarpılacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Huşû içinde kılınmayan, rükû ve secdeleri tam olarak yerine getirilmeyen bir namaz (âhirette) simsiyah, zifiri bir karanlık hâlinde ortaya çıkacak ve sahibine «Senin beni zâyi ettiğin gibi Allah da seni zâyi etsin!» diyecektir. Allâh’ın dilediği zaman gelince, böyle kılınan namazlar, eskimiş elbise gibi dürülüp sahibinin suratına çarpılacaktır.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, III, 263/3095)

Nitekim Cenâb-ı Hak da:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5) buyurmaktadır.

Demek ki beden kıbleye dönmüşken, kalbin gaflet mecrâlarında dolaşıyor olması, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder, ibadetin de feyz ve rûhâniyetine zehir saçar.

Mevlânâ Hazretleri şu îkazda bulunur:

“Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifâde etmeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi, Allâh’ın büyüklüğünden habersiz bir şekilde, sadece başını yere koyup kaldırma!..”

Cenâb-ı Hak, sonsuz kudretiyle, bütün mahlûkâtının her an yanı başındadır. Mühim olan, bizim ne kadar O’nunla beraber olabildiğimizdir. Zira gönlümüz, Allah ile beraberlik ufkuna ne ölçüde sahipse, ibadetlerimiz de o nisbette seviye kazanır. Allah ile beraberlik şuuruyla yapılan küçücük bir amel bile Hak katında dağlar misâli büyürken, Cenâb-ı Hak’tan gâfil olarak yapılan hiçbir işte hayır olmaz.

Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği duâ karşılıksız, yaptığı tevbe de bir başka tevbeye muhtaçtır.

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Leylâ’nın aşkıyla çöllere düşmüş olan Mecnun, farkında olmadan, namaz kılmakta olan bir kimsenin önünden geçer. Selâm verip namazını bitiren adam hiddetle seslenir:

“–Behey gâfil! Namaz kılanın önünden geçilmez, bilmez misin?!”

Mecnun, o kimseye şu mukâbelede bulunur:

“–Ben, Leylâ’nın aşkından seni görmedim ki! Asıl sen, huzûrunda namaza durduğun Allâh’ın aşkından beni nasıl görebildin?!”

Namazdaki huşû hâlinin ehemmiyetini, Cenâb-ı Hak şöyle beyan buyurmaktadır:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, namazın huşû ile kılındığı nisbette kabul edileceğini şöyle haber vermiştir:

“Kişi namazını bitirir de ona ancak namazının onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123-124/796; Ahmed, IV, 321)

Bir başka rivâyette de:

“Kişiye namazından, ancak kalbinin hazır olduğu kısım yazılır.” buyrulmaktadır. (Süheylî, Ravdu’l-Ünf, II, 208)

Velhâsıl ibadetlerden istifâdemiz, ancak kendimizi ilâhî huzurda bilerek, huşû içerisinde edâ etmemize bağlıdır. Bu hâli elde edebilmek için de Rabbimiz’in gazabını celbeden bütün haramlardan, kerahatlerden, şüphelilerden titizlikle sakınmalı; O’nun rızâ ve hoşnutluğunu celbedecek bütün vesîlelere sımsıkı sarılmalıyız.

İbadetlerimizin Hak katındaki makbûliyet derecesini görmek istiyorsak; günahlardan ne kadar kaçındığımıza, sevaplara da ne kadar gayretli olduğumuza bakmamız kâfîdir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2021 – Nisan, Sayı: 422