Hud Suresinin 113. Ayeti Kimleri Tehdit Ediyor?

Kur'an ve Tefsir

Hûd sûresinin 113. âyeti sadece Müslümanları mı tehdit ediyor? Zulüm kaça ayrılır? Hûd sûresinin 113. âyetinde geçen “ve lâ terkenû” ifadesi ne anlama geliyor?

Allah Teala, kendisi zulümden münezzeh olduğu ve kullarına zerre kadar zulmetmediği gibi bize de zulmü yasaklar. “Ne zulmedin ne de zulme uğrayın”[1] emr-i ilâhisi “Lâ darara ve lâ dırâra” yani “Zarar vermek de yok, zarara uğramak da yok” şeklinde Mecelle kaidesinin esasını oluşturur.

HUD SURESİNİN 113. AYETİ KİMLERİ TEHDİT EDİYOR?

Yüce Rabbimiz zulmün her türlüsünü yasakladığı gibi zulmedenlere yakın olmayı, onlara uymayı, onlara azıcık bile meyli nehyederek şöyle buyurur:

“Zulmedenlere az da olsa meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur (cehennemde yanarsınız). Allah’tan başka dostlarınız olmayacağına göre herhangi bir yerden yardım da göremezsiniz!”[2]

Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde önemle durduğu zulüm, çok kapsamlı bir kavramdır. Daha çok adaletin zıttı olarak bi­linmektedir. Dilciler zul­mü “Eşyayı lâyık olduğu yere koymamak” olarak tarif ederler. Bu da bir şeyi ya noksanlaştırmak ya fazlalaştırmak ya vaktini geciktirmek ya da asıl yerinden saptırmak suretiyle olur. Buna karşılık zulümden kaçınma­nın yolu da hem haksızlık etmemek hem haksızlığa uğramamaya çalışmak hem haksızlardan yana olmamak hem de onlara ilgi duy­mamaktır. Kur’ân-ı Kerîm dünyasında zulüm, Allah’a ortak koşmaktan başlayarak büyük küçük bütün günahları ve haksızlıkları kapsayacak şekilde kullanılır.

ZULÜM ÜÇ ÇEŞİTTİR

Bunu dikkate alarak âlimlerimiz zulmü üçe ayırırlar:

  1. Birincisi; insanın Rabbine karşı işlediği zulümdür. Bunun en büyüğü, küfür, şirk ve ni­fak olup “Şüphesiz ki, şirk en büyük zulümdür”[3] âyeti bu gerçeği bildirir.
  2. İkincisi; kişinin diğer insanlara karşı yaptığı zulümdür. Kur’ân-ı Kerîm’deki “Doğrusu Allah zâlimleri sevmez”[4]  ifadesinde yer alan “zâlimler” kelimesiyle daha çok “başkasına haksızlık edenler” kastedilir.
  3. Üçüncüsü; kişinin bilfiil kendi nefsine yaptığı zulümdür. Nitekim “Allah onlara asla zulmetmemiştir, ama asıl onlar ken­dilerine zulmediyorlardı”[5] mealindeki âyette kişinin kendine yaptığı haksızlıktan söz edilir.

Âyetin “kendilerine meyletmeyi” yasakladığı zulmedenlerden kas­ıt, müşrikler olabileceği gibi, bu ifadenin hem müşrikler hem kâfirler hem münafıklar hem de diğer günahkâr­lar hakkında umumî olması da mümkündür. Yüce Allah’ın şu buyruklarında ol­duğu gibi:

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma!”[6]

“Allah size kitapta şunu indirmiştir: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın; aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi olursunuz. Allah elbette münafıkların ve kâfirlerin tamamını cehennemde bir araya getirecektir.”[7]

Görüldüğü üzere bu âyet-i kerîmeler de kâfirlerden, münafıklardan ve türlü türlü günahları iş­leyen kimselerden uzak durmaya delildir. Çünkü bu gibi kimselerle sohbet ve arkadaşlık kişiyi küfre götürebileceği gibi, böyle olmasa bile, en azından onu bir günaha sevk edeceği kesindir. Zira bilindiği üzere arkadaşlıklar, soh­betler, yârenlikler ancak karşılıklı duyulan sevgiden kaynaklanır. Nitekim hikmet ehli şairlerden Tarafe b. el-Abd der ki: “Kişi hakkında soru sorma, arkadaşını sor. Çünkü her bir arkadaş, arkadaş edindiği kimseye uyar.” Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurur: “Kişi dostunun dini üzeredir.”[8]

Hûd sûresi 113. âyet-i kerîmede yasaklanan اَلرُّكُونُ  (rukûn) kelimesi dayanmak, sırtını verip güvenmek, herhangi bir şeye yanaşıp durmak, muhabbetle meyletmek ve ona râzı olmak mânalarına gelir.[9] Bu kelimede “azıcık meyletmek (el-meylu’l-yesîr)” mânası da vardır.[10] Dolayısıyla âyet-i kerîme, zulüm ve haksızlık yapanlara herhangi bir şekilde destek vermek, yakınlık gösterip yaltaklanmak şöyle dursun, onlara meyletmeyi, yüz vermeyi ve sıcak ilgi göstermeyi bile yasaklamaktadır.

“VE LÂ TERKENÛ” İFADESİ NE ANLAMA GELİYOR?

Bir kısım Tabiûn müfessirleri âyet-i kerîmedeki “ve lâ terkenû” ifadesini şöyle tefsir etmişlerdir:

İbn Zeyd (v. 71/690): “Zâlimlere yağcılık yapmayın.”

Ebu’l-Âliye (v. 90/709): “Zâlimlerin amellerine razı olmayın.”

Katâde (v. 117/735): “Zâlimleri sevmeyin ve onlara itâat etmeyin.”

İbn Cüreyc (v. 150/767): “Zâlimlere hiçbir şekilde meyletmeyin.”[11]

Müfessir Zemahşerî (v. 538/1144) âyetteki nehyin şu hususları kapsadığını söylemektedir: “Onların âdi arzularına uymayın. Onlara yönelmeyin. Onlarla oturup sohbet etmeyin. Onları ziyaret etmeyin. Onlara yağcılık edip yumuşak davranmayın. Onların yaptıklarına rıza göstermeyin. Onlara benzemeye çalışmayın. Onların modalarını, stil ve kıyafetlerini taklit etmeyin. Onların süslerine püslerine, şaşaalı işlerine imrenmeyin. Onlardan ve işlerinden tazimle bahsetmeyin.”

Burada yasaklanan meyli şöyle açıklayanlar da olmuştur: Zâlimlerin üzerinde bulundukları zulme, yaptıkları haksızlık ve hukuksuzluklara rıza göstermeyin. Zira onların bu tür haksız işlerini iyi görmek, hem kendilerine hem de başkalarına onun güzel olduğunu belirtmek suretiyle bu kabil şeylerde onlara katılmak anlamına gelecektir.

İmâm Gazâlî (v. 505/1111) der ki: Zâlimler, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Sözkonusu Hûd sûresi 113. ayet-i kerimede aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’in ölçülü lafızla ölçülü mana ifade etme özelliğini gösteren güzel bir örnek sergilenmektedir. Bu örnekteki inceliği şu şekilde izah etmek mümkündür:

Zâlime meyletmek (er-rukûn ile’z-zâlim), zâlimin yaptığı (fi’lu’z-zâlim) ile aynı olmayıp ondan daha hafif bir durumdur. Bu sebeple zâlime meyledenlere verilecek cezânın da zâlime verilecek cezadan daha hafif olması gerekmiştir. Bunun içindir ki âyette “meyletmeye” uygun olarak فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ  “size ateş messeder/dokunur” buyrulmuştur. “Ateşin dokunması (messu’n-nâr)” ateşin yakmasından (ıhrâku’n-nâr) gerçekte daha hafiftir, onun dûnundadır. “Ateşin yakması (ıhrâku’n-nâr” zâlimin cezası olunca, ilâhi adalet, “ateşin dokunmasının (messu’n-nâr)” zâlime meyledenin cezası olmasını gerektirmiştir. Bu sebeple de Yüce Allah âyette وَلَا تَرْكَـنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَدخلوا النَّارُۙ  “Zalimlere meyletmeyin sonra ateşe girersiniz, ateş sizi yakar” buyurmayıp, فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ  “size ateş messeder/dokunur”  buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîme ister kesin isterse zannî olsun fesâda, kötülüğe, günaha giden yolların öncesinden kapatılması gerektiğine de (seddu’z-zerâi‘) delil teşkil etmektedir.[12]

Dipnotlar: 

[1] Bakara 2/279. [2] Hûd 11/113. [3] Lokmân 31/13. [4]Şûrâ 42/40. [5] Nahl 16/33. [6] En’âm 6/68. [7] Nisâ 4/140. [8]Tirmizî, Zühd 45. [9] Halîl b. Ahmed, II, 147-148; Râğıb Isfehânî, s.203 [10] Zemahşerî III, 241. [11] Kurtubi, XI, 225.   Zemahşerî III, 241.  İbn Ebi’l-Isba‘, Bedî‘u’l-Kur’ân, II,  78. [12] Tahir b. Âşûr, XII, 178.

Kaynak: Ömer Çelik, Altınoluk Dergisi, Sayı: 453