Hizmette İhlâsın En Önemli Nişânesi

İSLAM VE İHSAN

Hizmet, ancak zengin bir kalbî hayatla îfâ edilebilir ve bereketli semereler verir. İnsan bu hâle ulaşınca muhabbet odağı hâline gelir.

KALP SEVGİ, ŞEFKAT VE MERHAMETLE DOLU OLMALI

Kalb, ilâhî feyizlerle hâllenince, onda Hâlık’tan ötürü mahlûkâta hizmet arzusu doğar. Dostluğun merkezine Allâh ve Rasûlü’nü yerleştirenler, bütün mahlûkât ile dost olurlar. Böyle bir hizmet erinin yüreği, genişleyerek bütün mahlûkâtı içine alan bir “ganî gönül” yâni bütün mahlûkâtı kuşatan seyyar bir dergâh hâline gelir.

Hizmet, ancak zengin bir kalbî hayatla îfâ edilebilir ve bereketli semereler verir. İnsan bu hâle ulaşınca muhabbet odağı hâline gelir. Muhabbetle atılan tohum da ebedîdir. Bu bakımdan kendimizi öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetiyle ihyâ edip, hayatımızı buna göre programlamamız gerekmektedir.

İHLÂS ve İSTİKÂMETİ MUHÂFAZA ETMEK

İhlâs ve istikâmet, hizmet ehlinin vazgeçilmez iki temel vasfı olmalıdır. Gerçek bir hizmet ehli olabilmek, Allâh Teâlâ’nın kuluna yüce bir lutfudur. Bu yüce nîmetin kadrini iyi bilmeli ve yapılan her işte ihlâs ve istikâmet üzere olmaya gayret etmelidir. Aksi hâlde bu nîmetin elden çıkabileceğini unutmamalıdır.

Allâh yolundaki hizmetlerde kendisine büyük ve mühim bir vazîfe tevdî edilmiş olanlar, bilhassa bu hususta daha dikkatli olmak zorundadırlar. Nitekim yüksek bir dağın zirvesine tırmanan kimsenin de, ayağını bastığı yere ve tutunduğu dala daha çok dikkat etmesi gerekir. Zîrâ zirvelerde yanlış bir adım atmak veya çürük bir dala tutunmak çok daha tehlikelidir.

“...Muhlisler büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, V, 345) beyânı da bu gerçeğin en güzel bir ifâdesidir.

İHLÂSLA HİZMET EDENLERE ŞEYTANIN HÎLESİ SÖKMEZ

İhlâsla hizmet edenler, şeytan ve avenesinin hîle ve desiselerine karşı ilâhî teminat altındadırlar. Bu gerçek, âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilir:

(İblis Cenâb-ı Hakk’a hitâben dedi ki:) Senin izzet ve azametine yemin ederim ki, kullarının hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirdiklerin müstesnâ.” (Sâd, 82-83)

İhlâs, hizmetin sıhhatinin en mühim şartlarındandır. İhlâsın olduğu yerde tefrika, benlik ve ihtiraslar kaybolur. Böylece nefse pay çıkarma yolu tıkanmış olur; hizmet yolundaki engeller de asgarîye iner.

NİYETTEKİ İHLÂS 

İhlâsın vesîle olduğu bereketin bir tezâhürü de bazı hayırların îfâsında ve bilhassa vakıf tesisinde müşâhede olunur. Bazı vakıflar, değişen şartlara rağmen vakfeden kimsenin para ve malının helâlliği ve niyetindeki ihlâs sâyesinde, asırlarca yaşar. Zaman zaman sekteye uğrasalar da birileri çıkıp onları yeniden ihyâ eder.

İhlâsın gâlip geleceğinden şüphe etmemek lâzımdır. Zîrâ ihlâslı gayretler korunur ve hiçbir zaman zâyî olmaz. İhlâslı ve sabırlı kimselerden oluşan nice az sayıdaki ordular, sayı ve techizat bakımından kendilerinden katbekat fazla olan ordulara Allâh’ın izniyle gâlip gelmişlerdir ki, bu durum da ihlâsın, zaferlerin temeli olduğunu göstermektedir. Bedir Gazvesi’ndeki muzafferiyet bunun en parlak misâlidir. Huneyn Gazvesi’nde ise, İslâm ordusunun -sayıca çok olmalarına güvenmeleri ve kendilerini beğenme duygusuna kapılmaları sebebiyle- ihlâsı zedelendiğinden, başlangıçta kısmî bir hezîmet yaşanmıştı. Ancak, Allâh Rasûlü’nün ashâb-ı kirâmı îkâz ve irşâdı netîcesinde duygu ve düşüncelerine yeniden canlılık ve istikâmet veren Müslümanlar, netîcede zafere nâil olabilmişlerdi.

HİZMETTE İHLÂSIN EN ÖNEMLİ NİŞÂNESİ

Hizmette ihlâsın en önemli nişânelerinden biri de, karşılığını ancak Allâh’tan beklemektir. Bunun en güzel nümûnelerini peygamberler ve Hak dostları sergilemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de hemen her peygamberin dilinden nakledilen:

وَمَا اَسْـئَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى رَبِّ الْعَالمَِينَ

“Yaptığım bu dâvete karşılık ben sizden herhangi bir ücret taleb etmiyorum. Benim mükâfâtımı ancak âlemlerin Rabbi olan Allâh verecektir”[1] sözü, bu gerçeği açık bir şekilde ifâde eder.

Yâsin Sûresi’nde anlatılan “Ashâb-ı Karye” kıssası da, bunun en canlı bir misâlidir:

Hak dîne dâvet için Antakya’ya gönderilen üç elçiye, oranın halkı karşı çıkmış ve hattâ onları taşlayarak öldürme tehdidinde bulunmuşlardı. Onların bu îtiraz ve tehditlerini haber alan Antakyalı Habîb-i Neccar, koşarak halkının yanına gelmiş ve onlara şöyle seslenmişti:

“Ey kavmim! Şu elçilere tâbî olun. Sizden herhangi bir ücret istemeyen ve hidâyet üzere olan bu kimselere uyun!” (Yâsin, 20-21)

HİZMET İNSANI DÜNYAYA KARŞI HIRSLI OLMAMALI

İşte bir hizmet insanı da, dünyaya karşı hırslı olmayıp maddî karşılıklardan ziyâde, ilâhî rızâyı hedeflediği takdirde hem Allâh Teâlâ’nın hem de hizmet ettiği insanların sevgisini kazanır. Nitekim şu hâdise bu gerçeği ne güzel ifâde eder:

Bir gün, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek:

“−Yâ Rasûlallâh! Bana öyle bir amel söyle ki onu yaptığım zaman beni Allâh da, insanlar da sevsin.” dedi.

Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ona:

“−Dünyaya karşı zâhid ol, ona rağbet gösterme ki Allâh seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunan şeylere karşı zâhid ol, onları isteme ki insanlar da seni sevsin.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Hülâsa, her işi Allâh rızâsı için yapma düşüncesi, hizmet ehlinin kalbinde bir şuur hâline gelmelidir.

Hizmette bulunan kimseler, Allâh’ın kendilerine ihsânda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin izlediği yoldan, yâni istikâmetten ayrılmamalıdır. İnançta, sözde, amelde velhâsıl her hususta ilâhî rızâya muvâfık davranmak demek olan istikâmete riâyet edenler, âyet-i kerîmede şöyle methedilmişlerdir:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allâh’tır deyip sonra istikâmet üzere bulunanların (ölümleri ânında) üzerine melekler iner ve onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)

HİZMET EHLİ ETRAFINA SAĞLAM BİR KARAKTER SERGİLEMELİ

Hizmet ehli, her şeyden önce etrafına sağlam bir karakter sergileyebilmelidir. Zîrâ insanlar, sağlam karakterli, vakarlı, örnek şahsiyetlere hayran olur ve onları örnek alarak peşlerinden gider.

İslâm târihi, bu hakîkatin sayısız tezâhürleriyle doludur:

Nitekim, Abbâsîler döneminde, sınırları hayli genişlemiş olan ülkenin bütün zenginlikleri devlet merkezi Bağdat’a akmıştı. Buna bağlı olarak da özellikle üst tabakada dünyâya meyledenlerin, zevk u safâya, eğlenceye ve lükse kapılanların sayısı bir hayli artmıştı. Öyle ki Halife Me’mun’un kızı ile evlenen Başvezir Hasan bin Sehl’in on dokuz gün süren düğünü, bu israf ve lüks çılgınlığının zirvesinde icrâ edilmişti. Devlet hazînesinden keyfi tasarruflarda bulunuluyor ve bir sefâhat azgınlığı yaşanıyordu. Devletin sâhip olduğu bunca zenginlik ve ihtişâm, pek çoklarının gönlünü kendisine esir etmişti. Böyle esarete düşerek zayıf bir gönül ve cılız karakterler hâline gelenler de hiç şüphesiz, etraflarına hiçbir zaman müsbet bir örnek olamamışlar ve arkalarında silinmez bir iz ve hayırlı bir hatıra bırakamamışlardır.

Buna mukâbil o dönemlerde Bağdat’ta insanları Allâh’a dâvet eden, nefisleri tezkiyeye çalışan, gönülleri Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye istikâmetinde irşâd ve ihyâ eden, kendini Allâh yoluna adamış ve bir takvâ hayâtı yaşayan Hak dostları da bulunmaktaydı. Abdullâh bin Mübârek, Süfyân-ı Sevrî, Fudayl bin Iyâz, Cüneyd-i Bağdâdî, Mâruf-i Kerhî ve Bişr-i Hafî Hazretleri gibi… Bu kıymetli zâtlar da, diğerlerinin, yâni zevk u safaya düşerek eriyip giden kimselerin aksine, yüksek bir ahlâk, fazîlet, letâfet ve feyizli bir hizmet sergilemişlerdir. Öyle ki, dünyevî saltanat ve ihtişâm, böyle Hak dostlarının gönüllerini hiçbir fiyata satın alamamış, dünyânın hiçbir mevkî ve makâmı onları mübârek gâyelerinden ve mukaddes vazîfelerinden ayıramamıştı. Onlar, maddecilik tûfânında boğulmak üzere olan kitlelerin âdetâ sığınağı ve barınağı gibiydiler. Sultanlar, vezirler, devlet erkânı, halkın bedenlerine ve cisimlerine hükmediyordu; ancak bu Hak dostları, gönüllere taht kurmuşlardı. Onlar, hiçbir maddî menfaat gütmeden halka fedâkârâne hizmet ediyor, vecd dolu îmân hâlleri gayr-i müslimlere bile tesir ediyordu.

GERÇEK SULTANLIK

Abbâsî halîfesi Hârun Reşid, kendi ihtişâm ve saltanatı içinde Rakka’da ikâmet ediyordu. Birgün oraya Abdullâh bin Mübârek Hazretleri geldi. Bütün şehir halkı onu karşılamak için şehir dışına çıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı. Bu manzarayı balkondan seyreden Hârun Reşid’in bir câriyesi:

“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler:

“−Horasan’dan bir âlim geldi. Adı Abdullâh bin Mübârek. Ahâlî onu karşılıyor.” dediler.

Bunun üzerine o câriye:

“−Gerçek sultanlık işte budur, Hârun’un sultanlığı değil! Çünkü Hârun’un sultanlığında polis olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.

Hakîkaten târih boyunca böyle sâlih zâtlar, üstün karakter ve şahsiyetleri ile cemiyetteki mânevî canlılığı ve İslâm’ın haysiyet ve vakarını ayakta tutmuşlardır. Yüce Rabbimiz de onlardaki bu kuvvetli îmân ve yüksek ahlâka mukâbil, onları sevmiş ve kıyâmete kadar gelecek müminlere de sevdirmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

اِنَّ الَّذِينَ آمَنوُا وَعَمِلوُا الصَّالحِاَتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمنُ وُدًّا

“Îmân edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allâh, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır. (Yâni onları herkese sevdirecektir.) (Meryem, 96)

Bu bakımdan hizmet ehli, «el-Emîn» ve «es-Sâdık» sıfatlarına hâiz bir peygamberin ümmeti olduğu şuuruyla, sözünde ve özünde doğru (sıdk ehli) güvenilir bir kimse olmalıdır. Bütün bunlar, ancak istikâmet üzere bir kullukla gerçekleşebilir. Bu itibarla sıratta yürürcesine bir dikkat ile, gerek şahsî hayatında ve gerekse bulunduğu hizmetlerde hassâsiyet göstermelidir.

Dipnot: [1] Bkz. eş-Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; Yûnus, 72; Hûd, 29.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları