Hizmet Ehlinin Vazivesi'nin Sınırı Nedir?

Cemiyet Hayatımız

Hizmet ehli, yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifelidir.

Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri buyurur ki:

“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve mahlûkâta bolca yay ve sakın ola ki; «Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme! Bilâkis senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası ve hayrı vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak ve ona Yaratıcı’nın merhametiyle merhamet et!”

Kâmil bir îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhamet ise, elimizde olanı, bizden daha mahrûm olana ikrâm etmemizi gerektirir. İnsan, îmanda kemâle erdikçe, gitgide genişleyerek bütün mahlûkâtı şümûlüne alan bir merhamet dergâhı hâline gelir.

Hakk’ı seven, O’nun mahlûkâtını da sever. Hakk’a dost olan, O’nun yarattıklarıyla da dost olur. Bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek ise, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmanın bir zaferidir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüzünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle, yaratıklar birbirine merhamet ederler. Hattâ ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhârî, Edeb, 19; Müslim, Tevbe, 17)

Dolayısıyla ilâhî ahlâk ile ahlâklanan bir gönül insanı da Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görür; kendini, yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtaçların imdâdına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.

Zira mü’minin gönlünde îman muhabbeti arttıkça, nihâyet bütün varlıkları -Allah katındaki kıymetleri ölçüsünde- bu muhabbet hâlesinin içine alacak seviyeye ulaşır. Mü’min bu durumda, hakikî âşık, yani Hak dostu olur.

Hak dostları da mahlûkâta, daha ziyâde özüne îtibâr ederek davranırlar. Meselâ varlıkların en mükerremi olan insana, “Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi” olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona, ilâhî bir sır üflendiğinin (Bkz. el-Hicr, 29.) idrâkiyle yaklaşırlar.

Bu sebeple dînimizde insanın dirisine olduğu kadar ölüsüne bile hürmet gösterilmesi emredilmiştir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir insan ölüsüne rastladıklarında onun müslüman olup olmadığına bakmadan hemen defnedilmesini isterlerdi. Yine dînimizde, insana duyulan bu hürmetten dolayı, cenâzelerin çok soğuk veya kaynar su ile yıkanması, hırpalanması, kabirlerin üzerine basılması veya orada saygısız tavırlar sergilenmesi nehyedilmiştir.

Günümüzde, bilhassa uzaktaki dost ve akrabâların da cenâze merâsimine iştirâk edebilmeleri için soğuk hava depolarında veya morglarda cenâzeleri günlerce bekletmenin, aslında mevtâlara cefâ etmek olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâzenin techiz ve tekfin işinde acele edilmesini, tabutun süratle taşınmasını ve cesedin de bekletilmeden bir an önce defnedilmesini tavsiye etmişlerdir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34; Buhârî, Cenâiz, 51.)

Öte yandan, mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilen kâmil mü’minler, günahkâr bir insana bile, -ne kadar günaha batmış olursa olsun- özündeki mükemmelliğe îtibâr ederek, sırt çevirmezler. Onun hidâyetini ve tevbeye yönelmesini diler, ebedî hayâtını kurtaracak bir can simidi olmaya gayret ederler. Şu misal, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;

“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.

Zira mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilmek;günaha olan nefreti günahkâra taşırmamayı ve günahkâra öfkelenmek yerine acımayı îcâb ettirir. Îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethetmek gerekir.

Mü’minin vazifesi, günahkâra öfkelenip onu kendi hâline terk etmek veya ona bağırıp çağırmak değil, onun elinden tutarak nezih bir hayâta dönmesine yardımcı olmaktır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri’nin; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!..” şeklindeki müsâmahakâr dâvetindeki gâye de, insanı öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve merhametin feyizli zemininde günah kirlerinden arındırmak ve îmânın lezzetini tattırmaktır. Zira kâmil mü’minlerin gönül dergâhları, mânevî hastalıkların rahmet üslûbuyla tedâvî edildiği bir mânevî rehabilite merkezi durumundadır.

Tâbiînden hadis ve fıkıh âlimi Mutarrif bin Abdullah buyurur ki:

“Günahkârlara karşı içinde bir merhamet hissi duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır.”

İşte Allah ile dost olanlar, bilhassa din kardeşleriyle de dost olurlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri zamanla öyle genişler ki, bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim;

“–Allâh’ın velî kulları halk içinde nasıl tanınır? Alâmetleri nelerdir?” sorusuna Ebû Abdullah el-Basrî şu cevâbı vermiştir:

“–Velî, dilinin çok tatlı ve ahlâkının güzel olmasıyla, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesiyle, -ister iyi ister kötü olsun- bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle bakmasıyla anlaşılır.”

Hakîkaten, kâmil bir mü’minin yüreği, bir insanın ebedî kurtuluşuyla bahtiyar olurken, mânevî çöküntü içinde olmasından da mahzun olur. Zira onun yüreği, düşmanı bile olsa bir insanın helâk oluşundan ıztırap duyan bir merhamet ummânıdır. Bu sebeple, hiç kimsenin zarara uğramasını istemez, bilâkis bütün insanların selâmet ve saâdetini diler.

Nitekim Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlanırken Rabbine, o belde halkının helâki için değil, hidâyeti ve ebedî kurtuluşu için duâ etmiştir.

Yâsîn Sûresi’nde kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, son nefeslerini verirken dünyaya âit perdeler kapanıp ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:

“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da, kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin yüreğindeki şefkat ve merhamet ufkunu ortaya koymaktadır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -2