Hicret Esnasında Neler Yaşandı ?

Nübüvveti

Hicret esnasında neler yaşandı?

Mekke ile Medîne arası 400 küsur kilometrelik bir yoldur. O zamanlar deve yürüyüşüyle sekiz günde gidilebiliyordu. Yollar uzun, hava sıcak, kumlar alev alevdi ve mübârek kâfile, ilk yirmi dört saat hiç durmadan yollarına devâm etmişti.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ticâret maksadıyla zaman zaman Şam’a gidip geldiği için pek çok kişi onu tanırdı. Bu yolculukları esnâsında da tanıdığı birisiyle karşılaştıkça:

“–Ey Ebû Bekir! Kimdir şu önündeki zât?” diye Fahr-i Kâinât Efendimiz’i soranlara:

“−Kılavuzumdur! Bana yol gösteriyor!” diyerek temkîn ve tedbîri elden bırakmaz, bu sözü ile de aslında: “O bana en hayırlı yolu gösteriyor!” demek isterdi. (İbn-i Sa’d, I, 233-235; Ahmed, III, 211)

ÜMMÜ MABED'iN ÇADIRI

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir Sıddîk ve âzatlısı Âmir bin Fuheyre ile birlikte Abdullâh bin Ureykıt rehberliğinde Kudeyd mevkiinde bulunan bir çadıra uğradılar. Bu çadır Ümmü Mâbed’e âitti. Kendisi gelip geçen yolcuların su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Medîne’nin mukaddes yolcuları da Ümmü Mâbed’den süt istediler.

Çadırda Ümmü Mâbed’in gâyet zayıf bir koyunu vardı ki, sütü ve yağı olmak şöyle dursun, zayıflığının had safhada olması sebebiyle, hayvancağızın sürüye katılarak meraya gitmeye bile mecâli yoktu. Bu sebeple çadırın bir köşesinde kalmıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu sağmak için izin istediğinde Ümmü Mâbed:

“−Anam babam sana fedâ olsun! Şâyet onda süt bulabilirsen sağ!” dedi.

Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ’nın bereket ihsân etmesi için duâ ettikten sonra besmele çekerek bizzat kendi elleriyle o gün koyundan pek çok süt sağdı.

Ümmü Mâbed -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre o koyun, Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında meydana gelen kuraklığa kadar yaşamıştır.

Yine Ümmü Mâbed -radıyallâhu anhâ-:

“Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu akşam sabah sağardık.” diyerek koyundaki bereketi ifâde etmiştir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oradan ayrıldıktan sonra çadıra Ümmü Mâbed’in kocası Ebû Mâbed çıkageldi. Çadırda pek çok süt görünce hayretle:

“−Ey Ümmü Mâbed! Bu sütler nereden geldi? Koyunlar uzak merada, hepsi de kısır, burada ise sağılır hayvan yok! Bu ne hâldir?” diye sordu.

Hanımı:

“−Bugün bize mübârek bir zât uğradı. Şöyle şöyle güzel hâlleri vardı.” diye o gün yaşadığı hâdiseleri anlattı.

Kocası:

“−Aman şu zâtı bana târif et!” deyince, Ümmü Mâbed, Varlık Nûru’nun şemâilini şöyle târif etti:

“−Gördüğüm zât öyle bir kimseydi ki, güzelliği zâhir, yüzü nûrânî, ahlâkı güzel ve emsâlsiz idi. Kendisinde hiçbir ayıp olmayıp bilâkis son derece hoş-endâmlı ve güzel sîmâlıydı. Gözünde siyahlık, kirpiklerinde çokluk, sesinde nezâket vardı. Gözünün beyazı gâyet beyaz, karası gâyet kara ve Kudret’ten sürmeliydi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Gerdanı uzun ve yüksek olup sakalı sık ve hafif uzundu.

Sustuğunda üzerinde sekînet ve vakar hâsıl olur, konuştuğunda güzellik, güler yüzlülük ve tatlı dillilik zuhûr ederdi. Sözleri sanki dizilmiş inciler gibi olup, ağzından tâne tâne çıkardı. Sözü açıktı, hak ile bâtılı gâyet iyi ayırırdı. Ne âcizlik sayılacak derecede az, ne de bıktıracak kadar çoktu.

Uzaktan görüldüğünde, insanların en heybetlisi ve en güzeli, yakınına gelince de insanların en tatlısı ve melâhatlisi idi. Orta boylu olup, boyu ne hoşlanılmayacak derecede uzun ne de gözün hakir göreceği şekilde kısaydı. Sanki bir fidandı ki, fidanlar arasında bitmiş, güzelliği onların üzerine çıkmıştı. Yanında birtakım arkadaşları vardı ki, bir şey söylediği zaman huzurla dinlerler ve verdiği emri yerine getirmek için koşuşurlardı. Hizmetine koşulan ve hürmet edilen biriydi. Mütebessim bir çehreye sâhipti. Kimseyi ayıplamaz ve azarlamazdı.”

Ebû Mâbed bu güzel sıfatları işitince yemin ederek:

“−Bu zât Kureyş kabîlesinde zuhûr eden Peygamber’dir. O’nunla berâber olup kendisine arkadaşlık etmeyi ne kadar isterdim. Yine de bir yol bulabilirsem bunu muhakkak yapacağım!” dedi.

O günlerde Mekke’de sâhibi bilinmeyen bir sesin Ümmü Mâbed’in çadırına gelen misâfirleri medheden içli şiirler okuduğu duyulmuştur. Hâtiften gelen bu şiiri duyan Hassân bin Sâbit de, Peygamber’leri aralarından çıkıp giden kavmin hüsrâna uğradığını ve O Peygamber’in Medîne’de hidâyeti neşredip Allâh’ın kelâmını okuduğunu anlatan bir şiir ile cevap vermiştir. (İbn-i Sa’d, I, 230-231; VIII, 289; Hâkim, III, 10-11)

Ebû Mâbed ve onun mes’ûd âilesi, hep birlikte İslâm’a girerek sahâbîlik şerefine nâil olmuşlardır.

ATININ AYAĞI KUMA SAPLANAN SÜRAKA

Mukaddes kâfileyi bir türlü bulamayan müşrikler, bulanlara büyük mükâfatlar va’detmişlerdi. Bu vaatlerle gözleri kamaşanlar da, yollara düşmüştü. Sürâka bin Mâlik de bunlardandı.

Nitekim Sürâka uzun bir arayıştan sonra, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rast geldi. O’nu görür görmez atını hızlandırdı. Fakat birdenbire atının ayakları kumlara gömülüverdi. Kendisi de yere düştü.

Ne kadar uğraştıysa da, kumdan çıkmaya ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğru ilerlemeye muktedir olamadı. Bir hayli uğraştıktan sonra aklı başına geldi; nâdim oldu. Allâh Rasûlü’nün affına ilticâ etti. Hazret-i Peygamber de duâ buyurdular. Bu duâ bereketiyle Sürâka’nın atı kumlardan kurtuldu. Bu mûcizeyi gören Sürâka’nın, o anda kalp âlemi değişti ve Rasûlullâh’a samîmî bir dost oluverdi. Kâfilenin yerini gizli tutmak niyetiyle geri döndü. O tarafa gelenleri de, ya geri çevirdi ya da başka yönlere sevk etti. (Müslim, Zühd, 75)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu müjdesi, Sürâka’nın âdeta kulaklarında çınlıyordu:

“–Ey Sürâka! Kisrâ’nın bileziklerini takınacağın, kemerini kuşanacağın ve tâcını giyeceğin zaman kendini nasıl hissedeceksin?”

Hakîkaten İran fütûhâtında Kisrâ’nın bilezikleri, kemeri ve tâcı Medîne’ye getirildiği zaman, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Sürâka’yı çağırıp bunları ona taktı ve:

“−Ey Sürâka! Ellerini kaldırıp: «Allâhu ekber! Hamd olsun o Allâh’a ki, bunları “Ben insanların Rabbiyim!” diyen Kisrâ bin Hürmüz’den çıkarıp Müdlicoğulları’ndan Sürâka bin Mâlik’e taktırdı!» de!” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 332; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 19)

Peygamber Efendimiz Gamîm mevkiine geldiğinde, Büreyde bin Husayb ve kavmi ile karşılaştı. Onları İslâm’a dâvet etti.

Bunun üzerine onlar da Allâh Rasûlü’ne tâbî olup İslâm’la şereflendiler. Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Büreyde -radıyallâhu anh-’a o gece Meryem Sûresi’nin baş tarafını öğretti.

Büreyde başındaki beyaz sarığı çözerek:

“–Yâ Rasûlallâh! Müsâade buyurursanız, alemdârınız olayım!” dedi.

Böylece Kuba köyüne kadar Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bayraktarlık yaptı.

Büreyde’den sonra mübârek kâfile, Şam’dan dönmekte olan ticâret kervanına rastladı. İçlerinde Zübeyr bin Avvâm da vardı. Zübeyr, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a beyaz maşlahlar giydirdi.

Hicret kâfilesi Medîne’ye doğru adım adım yaklaşıyordu. Müşriklerin Allâh Rasûlü’nü öldürmek için herkesi seferber etmelerine ve diğer pek çok tehlikelere rağmen, O yine vazîfesini yapmaya devâm ediyor, yolda karşılaştığı kimselere İslâm’ı anlatıyordu.

Nitekim ashâb-ı kirâmdan Sa’d ed-Delîl -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Hicret esnâsında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile berâber bize uğradı. O sırada Ebû Bekr’in bir kızı, yanımızda süt annede idi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu. Biz kendisine:

«–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabîlesinden Mühânân diye bilinen iki hırsız vardır. İstersen onların üzerine biz varalım.» dedik.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu.

Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe’yi çıkıp yokuşun başına vardığımızda, o iki hırsızdan biri arkadaşına:

«−Bu zât Yemenlidir.» diyordu.

Varlık Nûru onları yanına çağırıp İslâm’ı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isimlerini sorduğunda:

«–Biz Mühânân (hakîr görülen iki kişiyiz).» dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Bilâkis siz, Mükremân (şerefli iki kimsesiniz).» buyurdu ve müjdeci olarak önden Medîne’ye gitmelerini emretti.” (Ahmed, IV, 74)

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul