Hazret-i Mevlânâ’dan İnsan ve 3 Mevsim

İSLAM VE İHSAN

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, insanın gençlik, zindelik ve dinçlik mevsimleri ile, ardındaki sürprizler cümbüşünü ve gel-geç mâcerâlarını şu misâllerle anlatır...

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayrân olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”

“Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”

“Bu hoş çardakta -yâni mehtaplı bir gecede- bedir hâlindeki Kamer’in letâfetini görürsün. Onun bir de ay sonlarında uğradığı zaaf ve bedir hâline olan hasretini düşün!”

“İnsan da aynı mâcerâyı yaşar. Kemâli ve cemâli, zevâle mahkûmdur.”

“Güzel bir çocuk; bakarsın, güzelliği ile halkın sevgilisi olmuştur. Bir müddet sonra, ihtiyar bir bunak hâline gelir ve halka rezil olur!”

“Eğer gümüş tenli güzeller seni avladıysa, ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen o bedene bak!”

“Ey yağlı-ballı yemekler ve nefis gıdâlar görüp imrenen! Kalk helâya git de, onların âkıbetini orada gör!”

“Pisliğe de ki: Senin o güzelliğin, tabak içindeki o zevk u letâfetin ve güzel kokun nerede?”

“Cevâben der ki: O saydığın şeyler gonca idi. Ben de kurulmuş bir tuzaktım. Sen gelip tuzağa düşünce, gonca eridi, soldu ve cürûfa döndü.”

“Ustaları hayran bırakan öyle mahâretli eller vardır ki, sonunda titrek olmuştur.”

“Kezâ cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmaya başlamış bir hâlde görürsün!”

“Kezâ arslanların safında giden arslan gibi yiğit bir er, gün gelir fare gibi âciz birine mağlûb olur.”

“Kezâ üstün kâbiliyetli bir sanatkârı, sonunda acze bürünmüş bir zavallı gibi işe yaramaz bir hâlde görürsün!”

“Kezâ, akılları baştan alan misk kokulu ve kıvırcık bir zülf, ihtiyarlıkta, kır merkebin kuyruğu gibi çirkinleşir!”

“Bütün bunca şeylerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra da onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiş olduklarını gör!”

“Çünkü bu âlem, sana tuzağını kurmuş ve o vâsıta ile nice ham ervâhı aldatıp perişan etmiştir.”

“Böylece âlemin her cüz’ünü say ve evvelki hâliyle sonraki hâlini göz önüne getir!”

“Her kim ki, nefsin esiri olmaktan ve mecazlara (gölgelere) aldanmaktan kurtulmuş ise, Allâh’a o kadar yakındır.”

“Güzelliği ile iftihâr eden, ay gibi parlak olan her güzelin yüzüne bak! Fakat, evvelini gördükten sonra sonuna da nazar et ki, şeytan gibi tek gözlü, yâni bir şeyin dünyâ tarafını görüp âhiret tarafını görememek ahmaklığına düşmeyesin...”

“Şeytan, Âdem’in çamurunu gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyâya âit olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytanın bilemediği taraf, insanın Hakk’ın halîfesi (halîfetullâh) olmasıdır.”

“Ey insan, dünyâdan birbirine zıt iki ses gelir. Acabâ senin kalbin hangisini almaya istîdatlı?..”

“O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların hâli, diğeri ise aldananların hâlidir.”

“Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile!..”

“Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdeta kör ve sağır olur.”

“Ey sâlik; aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binânın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

“Ne mutlu o kimseye ki, Hak erlerinin duydukları sesi önceden işitti.”

Hazret-i Mevlânâ’nın bahsettiği birbirinin zıddı olan iki sesin biri dünyâya meyil, öbürü dünyâdan nefrettir. Onlardan hangisini dinler ve icâbet edersen, öbürünün zıddı ve mahrûmu olursun. Hadîs-i şerîfte:

“Dünyâ ve âhiret, ortak iki zevce gibidir. Birisini ne kadar hoşnûd edersen, öbürünü o kadar kızdırırsın!..” buyrulmuştur.

Yâni dünyâya davet sesi gönülde yer ederse, âhiret nasihati o gönle tesir etmez. Fakat âhirete davet sesi bir gönülde yerleşirse, dünyâya davet sesi ona yabancı olur.

Bir kalbe dünyâya meyil kokusu bulaştı mı, onu temizlemek bir hayli müşkildir. Nasıl çanak-çömleğe bulaşan kötü kokuyu temizlemek için onu ateşe atmaya, yakmaya ihtiyaç varsa; kötü ahlâkın temizlenme mekânı da cehennemdir.

Rûhâniyet âlemine kavuşabilmek için Hâce Ferîdüddîn Attâr -kuddise sirruh-’un şu tavsiyeleri ne güzeldir:

“Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîflerinden sonra Rabb’in has kullarının sözlerinden daha güzel hiçbir söz yoktur. Çünkü onların sözleri derûnî ve ledünnîdir. Kesbî değildir. Bu sebeple onlara verese-i enbiyâ denir. O has kulların kelâmlarını işitenlerin gönülleri, feyz ile dolar. Gayretleri artar. Sırlar, kendilerine ayân olmaya başlar. Şeytânî vesveselerden ve dünyevî ihtiraslardan halâs olurlar.

Evliyânın bir kısmı Hazret-i Âdem sıfatlı; bir kısmı Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ sıfatlı; bir kısmı da Muhammediyyü’l-meşrebdir. Bunların da bir kısmı mârifet ehli, bir kısmı muhabbet ve gönül ehli, bir kısmı muâmele ehli, bir kısmı tevhîd ehlidir; bir kısmı da sıfatsızdır, yâni mahfiyet ve gizlilikler içindedir.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları