Halîlullah Olmanın Sırrı: Fedakârlık ve Kurban Şuuru
Allah'ın (c.c) halili, dostu olmanın sırrı nedir? Hz. İbrahim'i (a.s) bu müstesnâ mevkie eriştiren 3 husus nedir? Hz. İbrahim'i (a.s) evlât imtihanında nasıl bir duruş sergiledi? Hazret-i İbrahim’in fedâkârlığının bereketi ve İbrahimce kurban şuuru...
Hazret-i İbrahim, «Halîlullah / Allâh’ın Halîli, dostu» olma şerefine mazhar olan tek peygamberdir. Onu, bu müstesnâ mevkie eriştiren de; gönle taht kuran üç husustan, can, mal ve evlâttan, huzur ve teslîmiyet içinde fedâkârlık edebilmesi olmuştur.
İlk imtihan candan oldu.
İbrahim -aleyhisselâm-, kavminin şenliğe gittiği bir gün, puthâneye gidip putları kırmıştı. Daha önce de putlar aleyhinde konuştuğu için, kendisini yakalayıp sorgulayacaklarını ve cezalandırmak isteyeceklerini biliyordu. Bu tehlikeli hareketi, her şeyi göze alarak yapmıştı.
Gerçekten de onu kavmin önüne getirip sorguladılar. O da bunu fırsat bilerek, putların acziyetini, konuşamamalarını, kendilerine zarar veren bir insana mânî olamamalarını onlara itiraf ettirmiş oldu. Canı pahasına muazzam bir tebliğde bulunmuş oldu.
Bu acziyet itirafına rağmen, İbrahim -aleyhisselâm-’ı yakarak cezalandırmaya karar verdiler. Devâsâ bir ateş yaktılar. Nemrut’un emriyle, onu mancınıkla bu ateşe attılar. Allah yolunda canından geçmiş olan, yanmayı göze almış olan Hazret-i İbrahim, bu esnada meleklerden gelen yardım tekliflerini;
“Ateşi ancak yakan söndürür!” diyerek reddetti;
“Allah bana yeter!” dedi. Huzur içinde şehâdete yürüdü.
Lâkin Allah Teâlâ, ateşi gülzâr eyledi. Böylece putperest kavme bir kere daha, gittikleri yolun bâtıl olduğunu göstermiş oldu.
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Sende İbrahimlik varsa korkma. Ateş İbrahimleri tanır, yakmaz…”
Sırada mal imtihanı vardı.
Hazret-i İbrahim, koyun sürülerine sahip olmuştu. Mal imtihanı için yanına beşer sûretinde Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve ondan bu koyunları istedi. Hazret-i İbrahim, Allâh’ı zikretmesi karşılığında hepsini ona vereceğini söyledi. Yani malı, hakkı tebliğ yolunda bir malzeme olarak değerlendirdi.
Cebrail -aleyhisselâm-; kendisini tanıtıp bunun bir imtihan olduğunu belirttikten sonra, Hazret-i İbrahim, bu malları yine de geri almadı, Allah yolunda vakfetti.
Son imtihan evlât imtihanıydı.
EVLÂT İMTİHANI
Hazret-i İbrahim; hak dîni tebliğ ediyor, ancak ona neredeyse kimse îmân etmiyordu. Sadece yeğeni Lût ve kavminden pek az kişi ona inanmıştı. Nesil endişesiyle Hakk’a ilticâ etti;
“–Yâ Rabbî, bana sâlih evlâtlar lutfet!” (es-Sâffât, 100) diye yalvardı. Âyet-i kerîmede niyâzının kabulü şöyle ifade edildi:
“İşte o zaman, Biz ona (İbrahim’e) halîm bir oğul (İsmail’i) müjdeledik.” (es-Sâffât, 101)
Cenâb-ı Hak, bir rüya ile Hazret-i İbrahim’e evlâdını kurban etmesini işaret etti. Rüyanın üç kere tekrarlanmasıyla, Hazret-i İbrahim bunun bir emr-i ilâhî olduğunu iyice anladı. Zira peygamberlerin rüyaları da vahiydir.
Bu muazzam kurban emrini oğluna da anlattı. O da büyük bir teslîmiyet içinde kabul etti. Âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurulur:
“(İsmail,) babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası);
«–Yavrucuğum, rüyada seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, (buna) ne dersin?» dedi.
O da cevâben;
«–Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursun!» dedi.” (es-Sâffât, 102)
Daha önce can ve malını Hak yolunda fedâ eden Hazret-i İbrahim, evlâdını da fedâ etmeye hazırdı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbeti, evlâdına olan muhabbetten öndeydi.
Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın murâdı, onun evlâdını kesmesi değildi, fedâ edebilecek derecede kalbini, «muhabbetullah»tan gayrı sevgilerden tasfiye etmesiydi. Bu sebeple, İsmail -aleyhisselâm- yerine, gökten bir koç indirildi ve kurban edildi.
Âyet-i kerîmede şöyle anlatılır:
“Her ikisi de teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzerine yatırınca;
«–Ey İbrahim, rüyayı gerçekleştirdin. Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır (çok zor) bir imtihandır.» diye seslendik.” (es-Sâffât, 103-106)
“Biz oğluna bedel, ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık;
«–İbrahim’e selâm!» dedik. (İşte) Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 107-111)
Hazret-i İbrahim; can, mal ve evlât imtihanlarını geçerek Halîlullah oldu.
FEDÂKÂRLIĞIN BEREKETİ
Âyet-i kerîmede geçtiği üzere; Hazret-i İbrahim’in âhirzaman ümmeti arasında da nâmı büyük oldu:
Bugün ümmet-i Muhammed, her namazın sonunda meâli şu ifadeler olan salât ile duâ etmektedir:
“Allâh’ım! İbrahim’e ve âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz Sen, övülmeye lâyık ve yücesin.
Allâh’ım! İbrahim’e ve âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsân et. Şüphesiz Sen, övülmeye lâyık ve yücesin!” (Bkz. Buhârî, Deavât, 32; Tirmizî, Vitir, 20; İbn-i Mâce, İkâme, 25)
İsmail -aleyhisselâm- da küçük yaşta büyük bir teslîmiyet ve sabır imtihanı verdi. Babasıyla beraber bu iki peygamberin sulbünden, neslinden Hazret-i Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Yani Habîbullâh’ın / Allâh’ın sevgilisi olan Âhirzaman Nebî’sinin ataları, bu büyük fedâkârlığı gösteren peygamberler oldu.
Sırf bu iki husûsa baktığımızda, fedâkârlığın Allah katında ne büyük bir semeresi olduğunu görürüz.
Hac ve kurban bayramı da bu büyük hâdisenin hâtıralarını kıyâmete kadar taşımaktadır.
Hacdaki şeytan taşlama ibâdetimiz; Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail ve Hacer Vâlidemiz’in, Hak yolundaki fedâkârlığı baltalamak isteyen şeytanı taşlamalarını temsil eder. Bizler sadece eûzü çekmekle ve hacdaki temsilî taş atmakla kalmamalı, hayatımızın her safhasında, şeytanın vesveselerini taşlamalıyız. Yani onun vesvese ve iğvâlarına kulak tıkayarak, onu uzaklaştıracak feyiz ve rûhâniyet dolu zikir, ibâdet ve fedâkârlıklara yönelmeliyiz.
Kurban bayramı da, fedâkârlığın ehemmiyetini ifade eden bir başka hakikattir.
Dînimizde senede iki bayram lutfedilmiştir:
- Ramazan Bayramı, takvâ ile yaşanan bir ayın sonunda ikrâm edilir. Ramazan, bir kulluk tâlîmi, bayram da onun şehâdetnâmesidir. Bunun ömre teşmili, kulluk içinde bir ömrün sonunda, hüsn-i hâtime içinde bir son nefes bayramına erişebilmektir.
- Kurban Bayramı da, Allah için yapılan fedâkârlıkların kulu Hakk’a yaklaştıracağını, O’na dostlukta mesafe kazandıracağını temsil eder.
Bayramlar tatil günleri değil; bu hakikatleri tefekkür ederek içtimâîleşmek, başta anne-baba ve akrabalar olmak üzere, komşu, eş ve dostun hatırlarını sormak, serviler âlemini yani kabirleri ziyaret etmek, bilhassa da kimsesizleri, fakirleri ve yoksulları, ikramlarla sevindirmek için bahşedilmiş günlerdir.
Hakikaten, dünya ve içindekiler değersizdir. Onun yegâne değeri, kulu Allâh’a yaklaştırmada vasıta olabildiği kadardır.
Hâfız-ı Şîrâzî der ki:
“Ömrü ve malı dost yolunda fedâ etmedik! Yazıklar olsun! Aşk yolunda bu kadarcık da bir fedâkârlık bizden çıkmıyor!”
Mevlânâ Hazretleri de benzer şekilde şöyle der:
“Altın ne oluyor, can ne oluyor… İnci mercan da nedir yüce bir sevgiye harcanmadıktan, yüce sevgiliye fedâ edilmedikten sonra?!.”
Sahâbî işte bu gerçeği anlamıştı. Can, mal ve evlât, ev-bark, memleket sevgisi, bütün bunlar Allah ve Rasûlü’nün yolunda, Allah Rasûlü ile âhirette beraber olabilmek aşkına fedâ olmalıydı.
İşte bu şuurla, sahâbî; Afrika’ya, Kayravan’a, Semerkant’a ve Çin’e giderken hiç endişe etmedi. Memleketini, evini-barkını terk etmekten dolayı bir üzüntü duymadı. Yolculuklarında başına gelebilecek tehlikeler için de, korku ve endişeye kapılmadı. Onlar fedâkârlığın lezzeti ile her türlü zorluğu yendiler. İslâm nimeti ve Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sahâbî olma lutfunun şükrünü edâ etme gayretinde oldular.
Biz de ancak fedâkârlıkta bulunarak, Allâh’ın rızâsına erişebiliriz, dostluğunda mesafe katedebiliriz. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatine de ancak, O’nun dîni yolunda fedâkârlık ederek nâil olabiliriz.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Bu müjdeye inşâallah nâil olabilecek bir fedâkârlık yaşamamız lâzımdır.