Hâl Ehli Olmanın İnceliği

İbadet Hayatımız

Mânevî eğitim, oturma işi değildir. Bilâkis o, yüksek bir enerji gerektirir. Sohbetçi, çevresine hayranlık veren bir İslâm şahsiyeti, sağlam bir karakter ve güçlü bir rûhâniyet tevzî etmelidir. Bunun için de en başta sohbetçinin kalbi, müsbet enerjiyle dolu olmalıdır. Aksi hâlde sohbet, dört duvar arasındaki kuru bir beraberlikten öteye geçemez.

Cenâb-ı Hak bizden takvâ ile müzeyyen fedâkâr bir gönül istiyor. Bu meyanda bizden;

Kalb-i Selîm istiyor: Âdeta rafine olmuş, filtreden geçmiş, böylece nefsânî arzuların sıklet ve kesâfetinden arınmış, tertemiz gönül istiyor. Kalpte maddî-mânevî ne kadar yanlış temâyül ve muhabbet varsa hepsinin sökülüp atılmasını, böylece onun, cemâlî sıfatlarla müzeyyen bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmesini diliyor. Sonra da biz kullarını selîm bir kalp ile “selâm yurdu” olan cennete dâvet ediyor. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)

Yine Rabbimiz bizden;

Kalb-i Münîb istiyor: Dâimâ Hakk’a yönelen, her hâlükârda hakkı ve hayrı bulan bir kalp istiyor. Hayır ile şerri net olarak ayırt eden, bir pusula gibi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu istikâmeti gösteren, her fırsatta Allah rızâsını arayan, mâsivâdan uzak bir kalp…

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Cennet de takvâ sahiplerine yaklaştırılır; (onlardan) uzakta değildir. (Onlara şöyle denir:) İşte size vaad edilen cennet! O, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, görmediği hâlde Rahman’dan korkan ve kalb-i münîb (Allâh’a yönelmiş bir kalp) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kāf, 31-33)

İLAHİ İTÂBIN MUHATABI

Yine Rabbimiz bizden;

Nefs-i Mutmainne istiyor: İtmi’nâna ermiş, Rabbinin zikriyle huzur ve sükûna kavuşmuş bir nefs istiyor. Tezkiye olmuş, bütün bedenî güçler rûhun emrine girmiş, hayatın değişen şartları karşısında ve her hâlükârda Allah’tan râzı olduğu için Allâh’ın da ondan râzı olduğu, Allah ile huzura erip Hak ile tatmin olmuş bir nefs istiyor.

Bir sohbetçi, kendi iç âlemini bu şekilde inşâ etmeden başkalarının mâneviyâtına tam olarak yardım edemez. Sohbetçi, okuduğu ve başkalarına tavsiye ettiği güzelliklerle evvelâ kendi hayâtını tezyîn etmelidir. Sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz’i dinler, anlattıklarının tatbikâtını bizzat O’nun örnek şahsiyetinde müşâhede ederlerdi.

Sohbetçi de yaptığı tavsiyelere önce kendisi riâyet hâlinde olmalıdır. Şu ilâhî itâbın muhâtabı olmaktan sakınmalıdır:

“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3)

Yani insanlara hakkı ve hayrı telkin mevkiindeki biri, hakkı ve hayrı hâl ve davranışlarında da sergileyerek mânevî bir câzibe merkezi olmalıdır. Böylece hâl lisânıyla da telkinde bulunmalıdır.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Hâl ile öğüt veren, kāl ile (sözle) öğüt verenden hayırlıdır.”

İslâm’ı şahsiyetinde güzelce temsil ederek hâliyle örnek olan birinin ifâde ettiği en küçük nasihat bile, tesir bakımından en büyük sözlerden daha güçlüdür.

Bunun aksine, söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmayan bir kimsenin insanları iknâ edebilmesi de mümkün değildir. Ziyâ Paşa der ki:

“Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!”

SOHBETÇİ GÜZEL AHLAKA VE KALBİ DERİNLİĞE SAHİP OLMALI

Bu itibarla, sohbetçinin bilhassa ibâdet, muâmelât ve ahlâkı düzgün olmalıdır. Tâbiînin büyük imamlarından Ebu’l-Âliye şöyle der:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını güzel kılarsa, «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; «Onun diğer işleri de menfîdir.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Bunun için sohbetçi, güzel ahlâka ve kalbî derinliğe sahip olmalıdır. Zira sohbet eden kişiler, kalplerindeki muhabbet, aşk ve vecdi sohbetlerine taşırlar. Tıpkı gül, karanfil ve nâdide çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yere, gönüllere bahar ferahlığı veren lâtîf râyihalar götürmesi gibi... Yani, sohbetteki mânevî hâl, sohbet edenin kalbî kıvâmını gösterir.

Bu sebeple sohbetçi, hayatının her safhasında, bilhassa sohbet meclisinde İslâm şahsiyetine yakışır tarzda hareket etmeli, yapmış olduğu her hareket ve söylemiş olduğu her sözün, hattâ gönül dünyasında meydana gelen her müsbet veya menfî temâyülün, yanındaki insanların şaysiyet binâsına konulmuş bir tuğla mesâbesinde olduğunu asla unutmamalıdır. Zira kitleler, öndekilere göre şekillenir.

Asr-ı saâdet, Hazret-i Peygamber’in rûhânî dokusu ile şekillendi. Ashâb-ı Suffe bunun en bâriz misâlidir. Suffe talebelerinden Abdullah ibn-i Mes’ûd, nebevî terbiye altında ulaştıkları hâli ifâde sadedinde;

“Biz, yenilen lokmaların tesbîhini duyar hâle gelmiştik.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıb, 25)

Sohbetler sadece kuru bir kitap okumadan ibâret kalmamalıdır. Zira kitap okumada daha ziyâde tefekkür ön plandadır. Fakat sohbette tahassüs tefekkürden önde olmalıdır. Duygu derinliği ve hissiyât daha ağır basmalıdır. Çünkü oraya gelenlerin rûhânî (pozitif) enerji alması, o enerjiyle kendilerini muhâsebe etmeleri gerekmektedir. Herkes sohbette hayatını, yaptığı işleri mîzân etmeli ve;

“Ben bu okunan âyet-i kerîmelerin, hadîs-i şerîflerin ve söylenen hikmet ve hakîkatlerin neresindeyim?” diye kendi kendini hesâba çekmelidir. Bu hâl, sohbetin makbul bir seviyede olduğunu gösterir. Bu da sohbetçinin hâl ehli olmasına bağlıdır.

Eğer sohbetler, kişide böyle bir hâl meydana getirmiyorsa, her gönle derdine göre bir reçete vermiyorsa, gelenleri duygu derinliğine götürmüyorsa; bu beraberlik, normal bir kitap okuma beraberliğinden öteye geçmiyor demektir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları