Güzel Ahlâkın Temeli

Cemiyet Hayatımız

“Varlıkların en şereflisi” vasfına erdiren sır nedir? İslam’da güzel ahlakın temeli...

İnsan, ahlâkıyla “insan” olur. Ahlâk ölçüleri mahlûkat içinde yalnızca insan içindir. Bu sebeple ahlâkî olgunluktan mahrum biri, sûretâ insan gözükse de, hakîkatte nice mahlûkattan daha aşağı duruma düşerek ömrünü ziyan etmiş, haysiyet ve şerefini yitirmiş demektir.

İnsanı insan yapan, onu aslî cevheriyle tanıştıran ve neticede “varlıkların en şereflisi” vasfına erdiren sır; aşk ile yaşanan bir îman zemininde neşv ü nemâ bulan ve ruhlara hayranlık veren “güzel ahlâk”tır.

GÜZEL AHLAKIN TEMELİ

Güzel ahlâkın temeli ise her hususta “edeb”e riâyettir. Edep, insanlığımızın tescilidir. Gönülleri ferahlatan bir gül râyihası gibidir. O râyihanın, mü’minin gönül dokusuna güzelce nüfûz etmesi ve hayâtının her safhasında hissedilmesi îcâb eder. Bu hâl, aynı zamanda îmânın kemâlinin de alâmetidir.

Nitekim Hak dostlarının bir nevî sözcüsü mesâbesinde olan Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:

“Aklım, kalbime; «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek dedi ki: «Îman, edepten ibârettir!»”

Yüce dînimiz İslâm’ın her bir prensibi, îmânın hayâta aksedişinden ibâret olan ahlâkî güzellikler manzûmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.):

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuşlardır. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)

Dolayısıyla, peygamber vârisi âlim ve âriflerin her hâl ve davranışı da bizler için güzel ahlâk tâlimidir. Nitekim nice mâneviyat büyükleri tasavvufu, “güzel ahlâk ve edepten ibâret” görmüşlerdir. Tasavvufun ilk dersinin “incitmemek”, son dersinin de “incinmemek” olduğunu ifâde buyurmuşlardır.

Hak dostları, Hazret-i Peygamber’i ve ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak zirve şahsiyetlerdir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasîhatleri, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mâhiyetindedir.

Zira onlar, zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ulaşmış; idrak ve ihâtalarını her iki cihan ufkuna genişleterek îman lezzetine ve duygu derinliğine kavuşmuş; bütün gayretleri, insanlığı menfî hâl ve davranışlardan ve nefsin hodgâmlığından kurtararak ulvî ahlâka, yani mânevî olgunluğa ve fazîlet zirvelerine yükseltebilmek olan; âlim, ârif, sâlih ve kâmil hak dostlarıdır.

O Hak dostları ki, fânî vücutlarından sonra da mâzî olmazlar, sevenlerinin gönüllerinde yaşamaya ve irşadlarına devam ederler. Zira Cenâb-ı Hak, o kullarını sevmiş ve nasipli gönüllere onların sevgisini lutfetmiştir. Buyurmaktadır ki:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

Bir sevgi… En diri sevgi... Bir mıknatıs gibi nice gönülleri çeken bir gönül muhabbeti.

Bir muhâsebe etmek gerekirse, Şâh-ı Nakşibendlerin, Mevlânâların, Yûnusların, Hüdâyîlerin türbelerine gelen günlük ziyaretçilerinin sayısı bile bu husûsu kavramak için kâfî bir misal değil mi?

GERÇEK SULTANLIK NASIL KAZANILIR?

Şu kıssa da bu hakîkatin ne güzel bir ifâdesidir:

Abbâsî halîfesi Hârun Reşid, ihtişam ve saltanat içinde Rakka’da ikâmet ediyordu. Bir gün oraya Abdullah bin Mübârek Hazretleri geldi. Bütün şehir halkı onu karşılamak için şehir dışına çıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı. Bu manzarayı balkondan seyreden Hârun Reşid’in bir câriyesi:

“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler:

“−Horasan’dan bir âlim geldi. Adı Abdullah bin Mübârek. Ahâlî onu karşılıyor.” dediler.

Bunun üzerine o câriye:

“−Gerçek sultanlık işte budur, Hârun’un sultanlığı değil! Çünkü Hârun’un sultanlığında polis olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.

Gerçek sultanlık bu… Çünkü maddî sultanlıklar, mutlakâ bir gün bitip gidiyor. Fakat mânâ sultanlığı, ölümden sonra da aynı ihtişamıyla devam ediyor. İnsanlık, o gönül sultanlarına dâimâ ihtiyaç duyuyor, onları arıyor ve onların mübârek izinde koşuyor. Asırlardır Abdülkâdir Geylânî, Bahâuddîn Nakşibend, Yûnus Emre, Mevlânâ ve emsâli Hak dostlarının muhabbet pınarı gönül lisânına duyulan hasret ve alâkanın sebebi de işte budur.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları