Gönüllerin Fethi Evvelâ Kendi Gönlünü İhyâ Etmekle Başlar!

İbadet Hayatımız

Mayıs ayı denince gönlümüze “İstanbul ve Fetih” düşüyor. Ecdâdımız beldelerin fethini gönüllerin fethiyle mezcetmeye muvaffak olmuş. Bugün ise öz vatanımızda dahî gönüllerin yeniden fethine ihtiyaç olduğu açıkça görülüyor. Acaba bugün gönüllerin fethi için neler yapmalıyız? Bu hususla ilgili Osman Nuri Hocaefendi tavsiyelerde bulunuyor.

Mahzun bir yüreğe ferahlık vermek, ümitsizlik karanlığına gömülmüş bir kalbe ümit ışığı olmak, küfür ve gaflet esâreti altındaki bir kalbi şeytânî ve nefsânî prangalardan âzâd etmek, Rabbimiz’in en çok hoşnud olduğu amellerden biridir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını vakfettiği husus da gönülleri fethetmek, yani kalpleri vahiyle buluşturmaktır. Bizlerden istenen de Efendimiz’in mübârek izini takip etmektir.

“KENDİSİ UYUYAN, BAŞKALARINI UYANDIRAMAZ”

“Kendisi uyuyan, başkalarını uyandıramaz.” denildiği gibi başkalarının gönüllerini fethedebilmek için de evvelâ kendi gönlümüzü ihyâ etmemiz gerekiyor. Onu, nefs ve şeytanın elinden kurtarmamız îcâb ediyor. Zira kendini inşâ edemeyen, başkasını inşâ edemez. Boş bardakla da ikram olmaz.

Peki gönlümüzün fethini nasıl gerçekleştireceğiz?

Bunun da tek yolu; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel ahlâkı ile ahlâklanmaya gayret göstermektir. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün hâlleri, her bakımdan zirve örnekler, hasletler ve güzellikler meşheridir. Öyle ki Cenâb-ı Hak:

(Ey Rasûlüm!) Hiç şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 4) buyurarak bu hakîkati te’yid etmiştir.

Mâlum olduğu üzere, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in içine doğduğu dünya, tam bir câhiliye devrine girmişti. Vicdanlar kurumuş, merhamet ve şefkat gönüllerden silinmişti. Kalpler, katılıkta taşlarla yarışıyordu. Güçlüler her zaman haklı kabul edilirdi. Mehmed Akif’in;

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

mısrâlarıyla târif ettiği bir devirdi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Âhiret telâkkîsi yoktu. İnsanlar bir nevî, insanlığa vedâ etmişti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gençliğini işte böyle bir devir ve diyarda geçirdi. Fakat O’ndan hiçbir zaman merhametsiz bir davranış sâdır olmadı. Mübârek dilinden kalpleri incitecek bir söz aslâ çıkmadı. Rikkatle çarpan yüreği, bütün mahlûkâta şefkatle doluydu. En ücra kuytuları ihyâ eden bir yağmur gibiydi. Yüzünde dâimî bir tebessüm vardı. Asla yalan konuşmadı. Yediden yetmişe herkes, onu “Muhammedü’l-Emîn” diye tanıdı.

Öyle ki tebliğe başlayacağı vakit, Safâ Tepesi’nde yüksek bir kayanın üzerinden Kureyşlilere seslenerek;

“–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasp edecek desem, bana inanır mısınız?” diye sorduğunda onlar, Efendimiz’in özü-sözü bir, doğru, dürüst ve güvenilir biri olduğuna şâhitlik ederek ve hiç tereddüt etmeden;

“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Yalan söylediğini hiç duymadık!” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Ahmed, I, 159, 111)

Böylece Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebliğde bulunacağı insanlara ilk olarak şahsiyet ve karakterini tescil ettirdi. O tescilden sonra, kendisinin Allah tarafından gönderilen müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olduğunu ilân etti.

BİR MÜMİNDE ŞU 2 ŞEY OLACAK

Dolayısıyla bir müʼminde iki şey olacak:

  1. Kendini inşâ İlim, irfan ve güzel ahlâk ile ziynetlenecek.
  2. İnsan yetiştirmenin derdinde olacak.

Mü’min kendini iyi yetiştirecek. Hangi vazifeyi icrâ ediyorsa onu “ahsen”, yani en güzel şekilde yapacak. Öğretmense talebesini iki cihanda mes’ut bir istikbâle en güzel şekilde hazırlayacak. Doktorsa hastasını Allâh’ın bir emaneti görecek. Tüccarsa, ticaretine haram bulaştırmayacak.

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi insan kendini inşâ etmeden başkalarını irşâd edemez. Fakat kendini inşâ etmekten kastımız da, sırf bilgileri zihne istiflemekten ibaret değildir. Şâyet öyle olsaydı, Rabbimiz âyet-i kerîmede, bildikleriyle amel etmeyen Benî İsrâil âlimleri için “Kitap yüklü merkepler!” (Bkz. el-Cum’a, 5) ifadesini kullanmazdı. Asıl mühim olan, zihne nakşedilen bilgilerin kalben de hazmedilmesi, hayata geçirilerek şahsiyete intikâl ettirilmesidir. Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a yakınlıkta merhale katedebilmektir. Mevlânâ Hazretleri, bir kütüphane hacmindeki bilgilere zihnen hâkim olduğu devreyi “hamdım” diyerek târif ediyor. Bu bilgileri kalben hazmettikten sonra da “yandım” ve “piştim” buyuruyor.

Bugün kendi gönlünü inşâ edememiş niceleri:

  • Yalan konuşmanın haram olduğunu biliyorlar, fakat küçücük bir menfaat uğruna yalana meyletmekten çekinmiyorlar.
  • Fâizin haram olduğunu biliyorlar, fakat ondan gereği gibi sakınmıyorlar.
  • Büyüklük taslamanın, kibirlenmenin şeytanî bir vasıf olduğunu biliyorlar, fakat insanları küçümsemekten kaçınmıyorlar.

TAŞLAŞMIŞ VİCDANLAR

Bu da gösteriyor ki aldıkları eğitimin mâneviyat tarafı noksan. Bu sebeple de vicdanlar taşlaşmış.

Bugün Gazze’de görüyoruz bunu! Dünyevî tahsilde ileri olduğu düşünülen bazı ülkeler ve yüksek tahsilli birtakım şahıslar, bu katliâma göz yumuyor, hattâ destek çıkıyor.

Demek ki insan vahyin nûrundan, hak dînin irşâdından uzaklaştıkça insanlıktan, medeniyetten, hak, hukuk, vicdan, insaf ve izʼandan da uzaklaşıyor.

Dolayısıyla gönüllerin vahiyle buluşması, ilâhî hakîkatlerle müzeyyen olması ve fazîletlerle donanması şart.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu keyfiyette insanlar yetiştirebilmek için var gücüyle gayret etti. Oʼnun tek derdi, insanları ateşten kurtarmaktı. Bir hadîslerinde şöyle buyuruyorlar:

“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır, ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler.

Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden, kemerinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikāk, 26)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gönülleri Allah ile buluşturabilmek için onları dâimâ tefekküre yönlendirdi. Güzel ahlâkta bizzat numûne oldu. Aç bir insan gördüğünde âdeta kendi açlığını unuttu, evvelâ onu doyurmanın derdine düştü. Kendini bütün insanlıktan mes’ûl gördü.

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” buyurdu. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Hasta komşusunu ziyarete gitti. Hâl hatır sordu. Huzûruna bir defasında ihtiyaç sahibi oldukları her hâllerinden belli olan perişan bir kabile gelmişti. Onları görünce mübârek gönlü mahzun oldu Efendimiz’in. Yüzünün rengi değişti. Hemen ashâbını topladı, o muhtaçların ihtiyaçlarını gidermenin derdine düştü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e büyük miktarda ganimetler gelirdi, bunları dağıtmadan da huzur bulamazdı.

Rabbimiz, mü’minin sadece kendi menfaatini düşünmesini istemiyor. Mü’mini mü’mine zimmetliyor. Bizler de kendimizi dâimâ etrafımızdan mes’ûl bileceğiz.

Dostlarımızdan birinin bir derdi olduğunda, onu bizler de dert edineceğiz. Yanımızda namazını aksatan bir kardeşimiz varsa, onun bu hâli bizim de yüreğimizi yakacak. Ahlâkî zaafları olan bir arkadaşımız varsa, gönül kırmadan onun bu zaafını gidermenin gayretinde olacağız. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, muhatabımızın âhiretini kurtarma azminde olacağız. Tatlı sözlerle îkaz edeceğiz, gönüllere diken batırmayacağız.

Peygamber Efendimiz’in gönülleri nasıl fethettiğini gösteren sayısız misallerden biri şöyle:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir genç gelerek zinâ etmek için izin istiyor. Efendimiz ona böyle bir şeyi kendi akrabaları için isteyip istemeyeceğini soruyor evvelâ. Genci düşünmeye sevk ediyor. Genç;

«–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin, hayır, vallâhi istemem yâ Rasûlâllah!» cevâbını verince;

«–Diğer insanlar da böyle bir şeyi istemezler.» buyuruyor.

Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mübârek elini gencin üzerine koyup;

«Allâh’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhafaza eyle!» diye duâ ediyor. Genç, bundan sonra böyle bir şeye aslâ tevessül etmiyor.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)

Mü’min, günâha olan nefreti günahkâra taşırmayacak. Îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethedecek.

Bugün de nice insan, zâhiren güllük-gülistanlıkta yaşıyor gibi görünse de mânen büyük bir ateşin içinde yanıyor. Belki bir veya birkaç tane fakülte bitiriyor. Fakat Cenâb-ı Hakk’ı gereği gibi tanımıyor. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, kimin verdiği gıda ile rızıklanmakta, kâinattaki son derece hassas nizam kime ve niçin hazırlandı, geliş niye, gidiş nereye, farkında değil!..

Böyle bir gaflet devrinde, gönülleri fethetme gayretleri; hem büyük bir mesʼûliyettir, hem de yüksek bir ecir vesîlesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyette, Mekke fethinden evvel yapılan cihâd ve infâk ile fetihten sonra yapılan cihad ve infâkın aynı kıymette olmadığını bildiriyor. (Bkz. el-Hadîd, 10)

Günümüz dünyası âdeta Mekke Fethi’nden evvelki duruma döndü. Yeryüzünde modern bir câhiliye hüküm sürüyor. Bu sebeple bugün de îmanlı bir nesil yetiştirebilme hizmetleri çok mühim.

Gerek kendi gönlümüzü inşâ ve ihyâ etmemiz, gerekse başka gönülleri fethetme gayretinde olmamız, iç huzurumuz, günümüz tabiriyle psikolojimiz için de çok faydalı ve lüzumludur. Bakın; bugün maddî refahın zirvesindeki Avrupa ve Amerika’da intihar hâdiseleri çok fazla. İç dünyasındaki huzursuzluğu bastırabilmek için insanlar alkol ve narkotikle beyinlerini uyuşturuyor. Birtakım dünyevî sıkıntılarla karşılaşınca hemen intihara meylediyor.

Buna mukâbil Gazze’de intihar eden var mı? Evi bombalanıyor, malı gidiyor, evlâdı gidiyor, kendisi yaralanıyor, uzuvlarını kaybediyor, bütün imkânları elinden alınıyor, fakat intihar etmiyor.

Niçin? Çünkü îman her zorluğu bertaraf ediyor. Îmânın ruhlara verdiği mukâvemet bütün acıları bastırıyor.

Demek ki mühim olan, îmanlı ve yüksek keyfiyetli nesiller yetiştirebilmektir. En büyük hizmet de ruhlara ve gönüllere îman aşısı yapabilmek, mânen boğulmak üzere olanlara cankurtaran simidi atabilmektir. Zira müʼmin, ebedî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen kimsedir.

Rabbimiz cümlemize bu şuur ve gayreti lûtfeylesin.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Mayıs Sayı: 224