Gariplere Müjdeler Olsun

Tasavvuf

“Garîblere müjdeler olsun!..” (Müslim, Îmân, 232) hadisini nasıl anlamalıyız? Tasavvuf yolu insana nelere katar? Allah'a yaklaşmak için neler yapmalıyız? İşte cevabı...

Tasavvuf yolu, umûmiyetle gurbet yoludur. Çünkü insanların birbirlerine karşı olan gurbet ve yalnızlığı, Hakk’a kurbet, yâni yakınlık netîcesini doğurur.

Nitekim Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, oğlu Yahyâ -aleyhisselâm- ve teyzezâdesi Îsâ -aleyhisselâm-’da garîblik ve gurbetin ayrı ayrı tezâhürleri görülür. Bu üç peygamberin etrafında kendilerine inananların az olması ve irşâda çalıştıkları kavim tarafından ikisinin şehîd edilmesi, üçüncüsünün de öldürülmeye kastedilmesi, kendi vatan ve cemaatleri içinde bile onlara zorlu bir garîblik yaşatmıştır. Ancak bu garîblikleri netîcesinde Hazret-i Zekeriyyâ ve Hazret-i Yahyâ -aleyhimesselâm- şehîd edilmelerine; Hazret-i îsâ -aleyhisselâm- da, semâya ref edilmesine kadar Allâh’ın kendilerini tekrîm ettiği ve “Selâm olsun!” dediği peygamberler olarak muhlisâne ve fedâkârane bir hayat yaşamışlardır.

Bu peygamberlere atfedilen yalnızlık ve gurbet düşüncesi de, hadîs-i şerîfte ilgi çekici bir vasıfta zikredilmektedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Kendini bu dünyâda garîb bir yolcu gibi say!” (Buhârî, Rikâk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

“Garîblere müjdeler olsun!..” (Müslim, Îmân, 232)

İNSAN-I KAMİL KİMDİR?

Tasavvuf, insan fıtratında mevcut olan ulvîliklere âit temâyülleri, sohbet, zikir, riyâzât ve ihlâs ile geliştirerek ham insandan “insan-ı kâmil” hüviyetini ortaya çıkarmaktır. İnsanlarda istîdâd ve iktidarlar muhtelif olduğundan, tasavvufun metodlarını kullanarak insanı eşyâ ve hâdisâtın esrârından haberdâr etme, her fertte aynı derecede netîce vermez. Ancak bazı temâyüllerde bütün insanlık, -aralarında derece farkı olsa da- müştereklik arz eder. Bunlardan biri de, her ferdin, geldiği yere, yâni vatan-ı aslîsine dönme temâyülüdür.

Bundan dolayı tasavvufun bir gâyesi de, insanı “elest bezmi’nde Rabbiyle beraber olduğu vuslat iklîmine dönme husûsundaki arzu, arayış, temâyül ve istîdâdını zikirle tekâmül ettirerek şuuraltından şuurüstüne yükseltmektir. Kullukta kemâli ifâde eden bu hâle ermenin yolu, âyet-i kerîmede şu şekilde îzâh edilir:

أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki kalbler, ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulup doyum noktasına ulaşır)!” (er-Ra’d, 28)

Bu hâl, en güzel şekilde insan-ı kâmilde tezâhür eden bir keyfiyettir. Çünkü insan-ı kâmil:

إِنَّا ِللهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“…Hiç şüphe yok ki biz, Allâh içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz!” (el-Bakara, 156) âyetinin sırrına ermiştir.

Aslına dönme temâyülü, varlıklar içinde üstün bir idrâk ile techîz edilmiş bulunan ins ü cinde en üst seviyeye ulaştığı nisbette bir hasret ve ıztırap kaynağı olur. İşte o zaman idrâk sâhibi her kul, nefes alıp verdikçe kendisini dâimî bir gurbette hisseder.

Gerçekten gurbet, varlıkların menşeinden itibâren çeşitli safhalardan geçerek gerçekleştiği için bulunduğu yerden bir evvelki mekâna doğru muhtelif tezâhürler arz eder. Meselâ insan, önce rûhlar âleminde bulunmakta iken, bu mekândan ayrılarak ana rahminde mekân tutar. Sonra dünyâya gelir. Dünyâda da çeşitli mekân değişikliklerine uğrayabilir. Oradan “âlem-i berzah”a göçer. Ve nihâyet Rabbine döner.

Nitekim gurbetin bu safhalarını yüreğinde hisseden şâir, onun bazı merhalelerini şu şekilde mısrâlara dökmüştür:

Bir merhaleden güneşle deryâ görünür,

Bir merhaleden her iki dünyâ görünür,

Son merhale bir fasl-ı hazandır ki, sürer;

Geçmiş gelecek cümlesi rü’yâ görünür!..

Evet gurbet, bütün bu söylediklerimiz dikkate alındığı takdîrde, içiçe, merhale merhale ve kat-kat demektir. Onu bertarâf etmek, bütün ara merhaleleri aşarak geldiği ilk yere, yâni Rabbine dönmekle mümkündür. Bu hâle nazaran rûha ıztırap veren gurbetin en derin ve en köklü hasretini dindirmek, Rabbe vuslat iledir. Bu ulvî hasreti ve rûhî ıztırâbı idrâk etmeyerek, köyünden, kentinden ayrılması sebebiyle muzdarip olan sıradan insanların bile şuuraltında aslında gurbetin bu büyük ve derin mânâsı bâkî kalır. Rûhun bu ıztırâbını ancak üstün idrâk sâhipleri olan evliyâullâh lâyıkıyla kavrar ve ara merhalelerin derdinden berî ve ilâhî vuslata iştiyâk ile dolu bir ömür sürerler. Bu sebeple Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri tasavvufu:

“Hakk’ın, seni senliğinde öldürmesi ve kendisi ile ihyâ etmesidir.” diyerek târif eder.

Bu hâlin en güzel tezâhürü de, kulun Rabbiyle beraber olma sırrına ererek derin bir muhabbet içerisinde zikre devâm etmesiyle gerçekleşir.

Zikir, yalnızca dilin lafza-i celâli tekrarlaması değil, Allâh -celle celâlühû- idrâki ile ilâhî tecellînin bütün benliği kuşatıp kalbde yerini almasıdır.

Zikre devâm ile, öyle bir dereceye ulaşılır ki, zikrin hakîkati, insanın yaratılış gâyesi ile birleşir; zikre mâkes olur. Zikrin hakîkati, harf, kelime ve sesten münezzehtir. Kalbin cevheri, yâni özü de, ilâhî ve Rabbânî olduğu için münezzeh bir latîfedir. Bu iki keyfiyet, böylece eşyâdan mücerred hâle gelince, birbirlerinin aynı olur, birleşir, hakîkî tevhîde erer. Kalb, orada yokluğa ve hiçliğe kavuşur. Zikredilenden, yâni Cenâb-ı Hak’tan başka her şey silinir. Çünkü bu makamda kalb, esmâ-yı ilâhiyyenin tecellî merkezi olur ve güneş ışığını toplayan bir merceğin, altındakileri yakması gibi bütün mâsivâyı yakar, yok eder. Bu, “fenâ” hâlidir. Fânîlerin aradan çekilip “Bâkî”nin kaldığı makamdır. İtmi’nândır; huzûra vâsıl oluştur.

ÖLÜMÜ KAVUŞMAK BİLEN ALLAH DOSTU

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’ne ölümü bir “şeb-i arûs”, yâni düğün gecesi olarak tavsîf ettiren gerçek de, dünyâ gurbetinden kurtuluş ve vuslata eriştir.

Allâh dostlarının en önemli özelliklerinden biri de, bu gurbet diyârı dünyâda büyük bir hasretle yanmaları ve hakîkî ölümsüzlüğe kavuşmalarıdır. Hazret-i Mevlânâ, bu yanış ve kavruluşun ölüm ile dahî sükûn bulamayacak şiddette olduğunu bir beytinde şöyle anlatır:

“Vefâtımdan sonra kabrimi aç ve içimin ateşi sebebi ile kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör!”

Ölüm döşeğinde olmasına rağmen yüzü sevinçle parlayan bir Hak âşığına sordular:

“–Ölüm ânında iken nasıl gülebiliyorsun?”

Âşık şöyle cevap verdi:

“–Şimdi bütün vücûdum dudak olmuş gülümsüyor! Şu an, dudaklarım başka bir gülüşle gülüyor!..”

Pervâne ışığa hasrettir. Işığa olan hasretinden ve onun etrâfındaki râbıtasından dolayı kendisine kelebek değil, pervâne denir. Işığı bulunca, cezbeye tutulur, irâdesi gider. Sonunda ışığa çarparak bedenini yakar. Işıkta fânî olur, vuslata erer.

Hazret-i Mevlânâ da:

“Cesedi yakmadan, ilâhî aşk ve muhabbet lezzetine vâsıl olmak mümkün değildir!” buyurur.

Nitekim Hallâc-ı Mansûr, geçirdiği derin rûhî ihtilaçlar netîcesinde ölümü özlemiş:

“Benim dirilişim, hayâtım, vuslatım, ölümümdedir!” demiştir.

İşte bu derûnî tecellîlere göre gurbet;

Yaratandan firâktır.

Kalbde yanan bir ateştir.

Hasretle kavrulmaktır.

Yalnızlıktır.

Çünkü insan, ilâhî bir yolculuğa tâbîdir. O, bu yolculuğa “elest bezmi”nden başlamış, sonra bir “gurbet” diyârı olan bu dünyâya gönderilmiştir. Hür olan rûhu, bedenin esâretine, beş duyunun emri altına girmiştir. Ancak menşeinden ayrı kalması sebebiyle onda, geldiği âleme karşı bir hasret ve meyil zuhûr eder. Katettiği derece ve aldığı mesâfe nisbetinde idrâki de berraklaşarak bu hasretin ıztırâbı şiddetlenir ve geldiği yere dönme iştiyâkı artar. Bu demektir ki insan, dâimâ garîbdir ve gurbettedir.

Gurbetin birçok çeşidi vardır.

Bu cümleden olarak, enbiyâ ve evliyâ için bu dünyâ gurbeti içinde ikinci bir gurbet daha mevcuttur ki, o da, dostlardan firâkın elemi ile kavrulmaktır. Nitekim Ya’kûb -aleyhisselâm- ile Yûsuf -aleyhisselâm- arasında şiddetli bir gam ve garîblik takdîr buyruldu ki, Allâh’a inâbeleri çok daha ziyâdeleşsin! Böylece dâimâ O’na yönelsinler, O’nunla beraber olsunlar, mâsivâ ile alâkalarını kessinler ve yüksek derecelere nâil olsunlar!..

Bu hikmete binâen nebîler, kendi vatanlarının dışında, bir müddet garîb yaşatılarak gurbet, onlara bütün keyfiyeti ile tattırılmıştır.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e de Tâif’te gurbet en acı bir şekilde tattırıldı. Taşlandı ve kanlar içinde kaldı. Lâkin O, engin merhameti sebebiyle fevkalâde bir sabır ve rızâ hâli sergileyerek kendisini taşlayan Tâif halkına bedduâ etmek yerine hidâyete kavuşmaları için duâ etti. Bunun ardından da ilâhî mükâfât olarak “Mîrâc” vuslatı tecellî etti.

Bunun içindir ki gurbet, elem ve ıztırap meşheri demektir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin bir hikmet deryâsı olan Mesnevî’sine:

Dinle neyden çün hikâyet etmede,

Ayrılıklardan şikâyet etmede!

diye başlayarak, ayrılık ve gurbetin kavurucu ateşini eserine sertâc etmesi, bunun ehemmiyetine binâendir.

Diğer taraftan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da, hayâta başladığı yer olan cennetten ve dolayısıyla Rabbe vuslat iklîminden ayrı düşerek dünyâ gurbetine gönderilmesi sebebiyle uzun seneler gözyaşı dökmüş, hasret ve ıztırapla inlemiştir. Çünkü O’nun aslî vatanı cennet ve nezd-i ilâhîdir. Bu gurbetten O’nun nesline de bir hisse vardır. Dolayısıyla bülbülün altın kafeste bile “Vatanım, vatanım!” diye feryâd etmesi düşünülürse, insanın ulvî bir âlemden süflî bir yere geldiğinde ağlayıp feryâd eylemesinin hikmeti daha iyi anlaşılmış olur.

Hazret-i Mevlânâ, gurbeti, ney ile insan arasında münâsebet kurarak şu şekilde îzâh eder:

“Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri feryâd ü figânım, cihandaki herkesi ağlattı.”

“Ayrılık, bağrımı parça parça eylesin ki, aşk derdini anlatabileyim!”

“Her kim aslından uzak ve ayrı düşerse o, dâimâ vuslat ânını bekler durur!”

“Ben ki her meclisin ağlayanı, sâlihlerin de fâsıkların da arkadaşıyım.”

“Herkes kendi zannınca bana dost olur, sohbetimden birşeyler öğrenmek ister.”

“Gerçi feryâdım, sırrımı ifşâ ediyor, lâkin birçok gönülde bunu sezecek nûr yok!

“Can ve ten birbirinden gizli değildir. Fakat canı, görmeye izin yoktur.”

“Ney’in sadâsı ateş oldu, onu boş bir nağme sanma! Kimde bu ateş yoksa yazıklar olsun ona!”

Hazret-i Mevlânâ bir rubâîsinde de şöyle buyurur:

“Ney’i dinle ki, neler neler söylüyor; Allâh’ın gizli sırlarını ifşâ ediyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş, yâhud neyzenin nefesine terk edilmiş olduğu hâlde dilsiz ve kelâmsız feryâd ederek «Allâh… Allâh…» diyor.”

Çünkü ney, yetiştiği kamışlıktan kesilip ayrılmış; bağrında ateşle dağlanarak delikler açılmıştır. Başına, ayağına, hattâ boğumları arasına madenî halkalar ve teller takılmış, yâni kelepçelere mahkûm edilmiş, bundan dolayı da kupkuru ve sapsarı kesilerek benzi solmuştur.

İnsan da aynen böyledir. O, âlem-i ilâhîdeki mevkîinden şu dünyâya getirilmiş ve beşeriyet kaydına alınarak ayrılık ateşiyle yüreği dağlanmış ve şerha şerha edilmiştir. Ancak her insanda vâkî olan bu gerçek, tefekkür ve tahassüs itibârıyla temâyüz ederek insan-ı kâmil hâline gelindiğinde zâhire çıkar. Yâni gönülde bunu sezecek idrâk nûru bulunduğunda tezâhür eder.

Kâinatta gördüğümüz veya göremediğimiz bütün mahlûklar, Allâh Teâlâ’nın esmâsının (isimlerinin) bir kısmının mazharıdırlar. İnsanda ise, bütün esmâ-yı ilâhiyyenin kâmil tecellîsi mevcuttur. İnsan, “Rûhumdan ona üfürdüm...” (el-Hicr, 29) âyetinin sırrına nâil olmuştur. Bu sebeple o, bir îcad bedîası, yâni sanat hârikasıdır. Hakk’ın sanatı, kudreti, yaratma gücü, en kâmil mânâda insanda tecellî etmiştir. Bu itibarla insan, mânevî kirlerden, nefsânî arzulardan arınır ise, tam mânâsı ile kâmil olur. Bir mıknatıs etrâfındaki metal tozlar gibi, geldiği âleme şiddetli bir iştiyak ve hasret duyar.

Bu, insan rûhunun Allâh’tan geldiği için vâsıl-ı ilâllâh olma istîdâdıyla mücehhez olmasındandır. Bu istîdâdın harcı da, hakîkî muhabbettir. Muhabbet, yürekte bir ateştir ki, gönülde mâsivâ bırakmaz, yakar. İşte bu yanışla insanda geldiği yere dönme meyli tezâhür eder, Rabbine olan iştiyak ve arzusu artar, hasreti şiddetlenir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Bilâl -radıyallâhu anh-’ın bu gurbet âleminden kurtulup Rabbine vuslat arzusunu ne güzel anlatır:

“Hazret-i Bilâl, zayıflıktan hilâle dönmüştü. Yüzüne ölümün rengi ve gölgesi düşmüştü. Hanımı onun bu hâlini görünce:

«–Eyvahlar olsun, evim yıkıldı!» dedi.

Bilâl ise ona:

«–Hayır, hayır! Öyle deme! Şimdi neş’e ve sevinç zamanı, evim yapıldı!» dedi.

Bilâl devamla:

«–Ben şimdiye kadar dünyânın, yâni bu Hak’tan uzak gurbet hayâtının kederi içindeydim!..» dedi.

Bilâl bu sözleri söylerken de yüzünde nergisler, güller ve lâleler açıyordu. Mübârek yüzü daha da nûrlanıyordu.

Hanımı ise, Bilâl’in nefesleri zayıflayıp takatsizliğinin arttığını gördükçe:

«–Ey güzel huylu, yüksek ahlâklı Bilâl! Demek ayrılık zamanı geldi!..» dedi.

Bilâl ise:

«–Hayır, hayır! Buluşma, kavuşma vakti geldi. Artık hasret ve bu gurbet bitecek!» dedi.

Hanımı dedi ki:

«–Sen bu gece gurbete gidiyorsun; akrabâlarından, evlâdlarından ayrılıp kayboluyorsun!..»

Bilâl dedi ki:

«–Hayır, belki bu gece rûhum gurbetten aslî vatanına dönüyor!»

Hanımı Bilâl’e:

«–Senin yüzünü artık göremeyecek miyiz?» diye sordu.

Bilâl:

«–Sen yücelere bakarsan, Hakk’ın has kulları arasında benim yüzümü görürsün! Sakın aşağılara bakma; orada kirli âlemin çirkin yüzleri vardır!» dedi.

Hanımı yine:

«–Yazık bana, evim yıkıldı!» dedi.

Bu sefer Bilâl:

«–Sen rûha bak; cesede bakma!.. Çoluk-çocuğum çoktu, ev de dardı. Allâh benim beden evimi daha güzel, daha mâmur olması için yıktı. Şâyet bu beden evim yıkılmasaydı, gurbetim bitmeyecek, aslî vatanıma, o içinde abes bulunmayan güzellikler âlemine dönemeyecek, Hüsn-i Mutlak’a kavuşamayacaktım!..» dedi.”

Bu hâlet-i rûhiye içinde yaşayan büyük Allâh dostlarından Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de, gurbet hayâtındaki hissiyâtını şöyle terennüm etmektedir:

Neyleyeyim dünyâyı,

Bana Allâh’ım gerek!

Gerekmez mâsivâyı;

Bana Allâh’ım gerek!..

 

Ehl-i dünyâ dünyâda,

Ehl-i ukbâ ukbâda

Her biri bir sevdâda;

Bana Allâh’ım gerek!

Beyhûde hevâyı ko;

Hakk’ı bulagör yâ hû!

Hüdâyî’nin sözü bu:

Bana Allâh’ım gerek!..

Bu gurbet diyârına gelip de dünyânın gel-geç sevdâlarına kapılmayıp vuslat ateşiyle yananlardan biri de Yûnus Emre Hazretleri’dir. O, bu âlemde mecnûn misâli mâşûkundan başkasına nazar etmemiş ve fânî cihâna aldananlara taaccüb ederek gurbet diyârında çektiği garîbliği şöyle dile getirmiştir:

Ben bir aceb ile geldim,

Kimse hâlim bilmez benim!

Ben söylerem ben dinlerem;

Kimse dilim bilmez benim!

TOPRAKTAN GELDİK TOPRAĞA GİDECEĞİZ

İnsanın maddî yapısı topraktan olduğundan o, toprakta yaşar ve topraktan gıdâlanır. Sonunda toprakta fânî olur; toprakla bütünleşerek aslına, yâni toprağa döner.

Bunun içindir ki, bu âlemin kâmil ifâdesi “gurbet” olduğu hâlde, onun gelip geçiciliği sebebiyle bir “misâfirhâne” telâkkî edilmesi, meşhur olmuştur. Çünkü gurbette her zaman geri dönme şartı mevcut değildir. Buna mukâbil, misâfirlikteki muvakkatlik ve eninde sonunda geldiği yere geri dönüş düşüncesi, daha onun başladığı andan itibâren söz konusudur.

Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, birgün hasırın üzerinde uyumuş ve hasır, mübârek vücûdunda izler bırakmıştı. Bunun üzerine:

“–Hasırla aranıza birşeyler serseydik!” diyen sahâbîlere:

“–Benim dünyâ ile ne işim var? Ben, dünyâda yolculuğu esnâsında bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan geçip giden bir yolcu gibiyim.” (İbn-i Mâce, Zühd, 3; İbn-i Hanbel, I, 391) buyurmuştu.

Diğer taraftan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birgün elini Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın omuzuna koyarak bu âlemdeki muvakkatliği ifâde etmek üzere:

“–Dünyâda ya garîb bir insan gibi, ya da bir yolcu gibi ol!” (Buhârî, Rikâk, 3; Tirmizî, Zühd, 25) buyurmuşlardır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ifâde buyurduğu bu gurbet hakîkati dolayısıyladır ki, nice bağrı yanık âşıklar, ilâhî vuslat yollarında hep birer garîb olarak yaşamışlardır. Onların, aşkullâh ile terennüm ettikleri:

İlâhî cennet evine girenlerden eyle bizi,

Varıp orda cemâlini görenlerden eyle bizi!

niyazları yanında, muhabbet-i Rasûlullâh ile de:

“Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!”

figânları, bütün yanık gönüllerin içli ifâdeleri olmuştur.

Son devrin büyük meşâyıhından M. Es’ad Erbilî Hazretleri de bu iştiyâk içinde mâşûkuna şöyle yalvarır:

Gönül nûr-i cemâlinden habîbim bir ziyâ ister,

Gözüm hâk-i rehinden ey tabîbim tûtiyâ ister!

(Ey habîbim! «Şu karanlık gurbet diyârına düşen» gönlüm, cemâlinin nûrundan bir ziyâ, «parıltı, aydınlanacak bir ışık» ister! Ey tabîbim! «Senden ayrı kaldığım şu gurbette» gözüm, senin yolunun toprağından bir sürme ister!)

Ne âb-ı dîdeden râhat, ne âh-ı sîneden imdâd,

Benim bâr-ı günâhım lutf-i şâh-ı enbiyâ ister!

(Ne gözyaşından rahatlık, ne de gönlün feryâdından bir imdâd var! «Ey sevgili!» Benim «taşımaktan âciz olduğum şu» günah yüküm, peygamberlerin şâhının lutfunu, yâni Sen’in şefâatini ister!)

Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz Sen’siz,

Ne mülk ü mâl ü câh ister, ne de zevk u safâ ister!

(Sen’in gül yüzüne âşık olanlar, hiç şüphesiz ki, «sâdece Sen’i arzularlar. Dolayısıyla» Sen’siz, ne mal-mülk, mevkî, ne de zevk ve safâ isterler!)

N’ola bir kerre şâd olsun cemâl-i bâ-kemâlinle,

Ki kemter bendeniz Es’ad, Sana olmak fedâ ister!

(Ey sevgili! Sana fedâ olmak isteyen şu kemter kulun Es’ad, ne olur bir kerre «de olsa, o idrâk ve hayâl ötesi» mükemmellikte olan cemâlinle «müşerref olup» sevinsin; ne olur!)

GURBET DİYARI "DÜNYA"

Bir gurbet diyârı olan dünyâya gelen her fânînin ömür takvimi, ölümle son bulur. Bunun için dünyâya geliş ve gidişin idrâki içinde olup da garîb bir yolcu gibi yaşayanlar, ilâhî nasiplerin heyecânıyla, dünyânın çile, ıztırap, gam ve keder dolu imtihanlarında muvaffak olmaya gayret gösterirler. Onlar, gurbet hayâtının gâh sürûr, gâh elem olarak tecellî eden muhtelif tezâhürleri karşısında dâimâ tevekkül, teslîmiyet, sabır ve rızâ hâlinde yaşarlar. Böyle bahtiyar kimselerin ölümleri, sonsuz rahmet kapılarını aralatan bir vuslat, yâni Rabbe kavuşma şeklinde tezâhür eder.

Gurbetin son hâtırası olan mezar taşları da ne kadar ibretlidir. Bunların her birinin ayrı bir dili vardır ki, nice ibretli hakîkatleri beyân hâlindedir:

Nitekim doğum esnâsında bir anne, ikizleri ile beraber vefât eder. Mesnevî şârihi Tâhiru’l-Mevlevî, bu hâdiseden çok duygulanır. Ölen kadının akrabâlarını araştırır, bulur:

“–Ben bu üç mevtâya tâziye olarak bir kabir taşı yazdırmak istiyorum!” der ve şu dörtlüğü yazar:

Bir Kitâbe-i Seng-i Mezar

Dünyâda der-âğûşa[1] ecel vermedi imkân,

Etti beni hem-makber[2] iki yavrucuğumla.

Artık tutarak dest-i yetîmânelerinden[3]

Geldim sana Rabbim, iki öksüz çocuğumla...

Bu sebepledir ki, büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de, dünyâ hayâtını bazen bir gurbet, bazen bir yolculuk âlemi olarak tasvîr eyler. Vefâsız, fânî ve aldatıcı olması dolayısıyla ona bel bağlayanların hüsrâna uğradığını ifâde eder. Mevlânâ Hazretleri, dünyânın muvakkatliği bakımından onu bazen de bir misâfirhâneye teşbîh eder. Hattâ rûhun bile bedende muvakkatliği sebebiyle bir misâfirlik hâli yaşadığını ifâde buyurur.

Böylece misâfirliğin, içice, birçok safha ve tezâhür şekli arz ettiği görülmektedir. Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati, bu âlemde zıtların dâimâ bir arada ve içice bulunduğu gerçeğine de temâs ederek o hikmetli üslûbuyla şöyle anlatmaktadır:

“Ey delikanlı! Bu ten bir misâfirhânedir. Her sabah, senin misâfirlerin olan gam ve neş’e oraya koşarak gelirler.”

“Âgâh ol; sakın bu misâfir benim boynumda kalır, deme! O, yokluğa uçar gider. Yâni sürûr ve gamın bekâsı yoktur.”

“Gayb âleminden ne gelirse gelsin, o senin gönlünün bir misâfiridir. Onu dâimâ hoş tutl Yâni, gamdan ötürü üzgün; sürûrdan dolayı da çok neş’e içinde kalma!”

“Gam düşüncesi, neş’e yolunu tıkar, aldırmaz! Hakîkatte ise gam, bambaşka bir sürûr ve neş’enin yollarını açar.”

“Fikirler ve gam, gönül evini başka efkârdan süpürür. Tâ ki kalbe yeni hayır ve sürûrlar gelmiş olsun!”

“Gam eli, gönül dalından sarı yapraklar silkmektedir. Tâ ki bu dallardan birbiri ardınca yeşil yapraklar gelmiş olsun!”

“Gam, gönülden neyi döker ve götürürse, onun yerine daha iyisini getirir!”

Zamanımız şâirlerinden Kadir Mısıroğlu da, vatandan cüdâ kaldığı zamanlarda yazdığı “Gurbet” isimli bir şiirinde bu gerçekleri şöyle terennüm etmektedir:

………

Yurda değil, Rabbime

Sekînet âlemine,

Dönünce biter gurbet,

Mutlak olan âkıbet!..

Lâkin o vakte kadar,

Binbir iniş-çıkış var!..

………

Meşhur darb-ı meseldir:

Yeter! Tüketme nefes,

“Allâh bes, bâkî heves!..”

Yâ Rabbî! Bizlere, bu gurbet diyârında vuslat hâlini yaşamayı nasîb eyle! Bizleri, cemâlini müşâhede eden sâlih kulların zümresine dâhil eyle! Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları

TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?

KISACA TASAVVUF NEDİR?