Fetih Suresi 29. Ayet Ne Anlatıyor?

Kuran Meali ve Tefsiri

Fetih suresi 29. ayet ne anlatıyor? Müslümanları hangi konuda uyarıyor ve nasihatte bulunuyor?

"Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunan mü’­minler kâfirlere karşı çok sert ve tavizsiz, kendi aralarında gâyet merhametlidirler. Onları görürsün; cemaatle rükû ve secde ederek Allah’ın lutuf ve hoşnutluğunu ararlar. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçilerin pek hoşuna gider. İşte Allah, her devirde böylesine güçlü ve dirençli mü’minler yetiştirerek, onlar sâyesinde, mazlumlara kan kusturan kâfirleri öfkelendirip çileden çıkarır. Allah, bunlar arasından iman edip sâlih ameller yapanlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat va‘detmektedir." - Fetih suresi 29.

AYETİN TEFSİRİ (AÇIKLAMASI)

Burada, Allah Resûlü (s.a.s.)’in beraberinde bulunan ve Kur’an’ın beyânıyla örnek mü’min bir cemaat olan ashâb-ı kirâmın önde gelen vasıfları tablolar halinde beyân edilir.

Birincisi; kâfirlere karşı sert ve tavizsizdirler. اَلشَّد۪يدُ (şedîd); güçlü, kuvvetli, cesur kimse anlamına gelir. اَلأشِدَّاءُ (eşiddâ) onun çoğuludur. Bununla birlikte kendi değerlerine bağlı olup onlardan asla taviz vermeyen kimse mânasına da kullanılır. Sahâbenin kâfirlere karşı sert olması, imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, dürüst ve düzenli hayatları sebebiyle kâfirlerin onlara kolay kolay baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları herhangi bir menfaat karşılığında satın alamamaları, kolay bir lokma halinde dişleri arasında öğüte­memeleridir. Onların sertliği, rahmeti, sevgisi ve öfkesi şahsi, maddi maksatlardan dolayı değil, Allah ve Rasûlü’nün rızâsı içindir. Onların şiddeti ve öfkesi, küfre ve isyanadır. Muhabbetleri de iman ve imanın gereklerini yerine getirmeye yöneliktir.

İkincisi; ashâb-ı kirâmın, mü’minler olarak kendi aralarındaki ilişkiler dostâne ve merhamet üzere kurulmuştur. Kâfirlere karşı sergiledikleri şiddet ve celadetten, öfke ve kızgınlıktan, haşinlik ve kabalıktan hiçbir eser kalmamıştır. Bu gibi vasıfların, yerlerini bütünüyle engin bir merhamete, şefkate, yumuşaklığa, sevgiye, nezakete, anlayış ve hoş görüye terk ettiği görülür. Sahâbenin ve onların şahsında bütün mü’minlerin, birbirlerine merhametli oluşları hakkında bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar.” (Mâide 5/54)

Mevlânâ Şemseddin (k.s.) şöyle der:

“Hakiki dost, Allah Teâlâ gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine ve hoşa gitmeyen şeylerine tahammül etmeli ve hatasından hiç incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itirâz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah Teâlâ, kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez; tam bir inâyet ve şahane bir şefkatle onların rızkını verir. İşte garazsız ivazsız dostluk budur.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 90)

Üçüncüsü; onları hep rükû ve secde halinde görürsün. Cemaat olarak sürekli rükû’ ve secde halindeler. Ne zaman bakarsak bakalım onları hep bu halde görürüz. Zira rükû ve secde hâli, kulluk durumu olarak mü’minlerin ruhunda yer eden en köklü bir haldir. Yani onlar bütün vakitlerini hep kulluk şuuru içinde geçiriyorlar. Her nefeste ruhları, Allah huzurunda rukû ve secde halinde bulunuyor. Dış görünüm itibariyle insanlık gereği sürekli rükû ve secde halinde bulunma noktasında bazı kesintiler olsa da, özleri ve ruhları itibariyle asla kesinti olmamaktadır.

Dördüncüsü; onlar, daimi olarak Allah’ın lutuf ve rızâsını ararlar. Bu tablo onların ruhlarının derinliliğini, iç dünyalarının enginlik ve zenginliğini gözler önüne sermektedir. Sürekli Allah’ın lütfunu ve rızâsını talep etmektedirler. Kalpleri ve zihinlerini hep bu düşünce meşgul etmekte ve yaptıkları her işte bu gayeyi gözetmektedirler. Bütün hayatlarını Allah için ve O’nun rızâsını kazanmak için yaşama gayreti içindeler. Bunun ötesinde düşündükleri ve meşgul oldukları başka hedefleri bulunmamaktadır. Zaten bir müminin hayatı boyunca ulaşmak istediği en büyük hedef Allah’ın rızâsını yakalamak olmalıdır. Zira Kur’an’ın bir mümine gösterdiği en büyük hedef, Allah’ın rızâsını kazan­maktır. (bk. Tevbe 9/72)

Beşincisi; onların alameti, yüzlerindeki secde izidir. Her birinin yüzleri pırıl pırıldır, aydınlıktır. Güneş gibi parıldamakta, ışık ve nur saçmaktadır. Bu sîmaları bu denli parlatan, Allah için yaptıkları secdeler, kıldıkları namazlar, ettikleri samimi kulluklardır. İbadet hali onların her taraflarını bürümüş, onlara derin bir huşû’ ve huzû’, tevazu, safiyet, berraklık, huzur ve sükûn hali kazandırmıştır.  Burada “secde izi”nden kasdedilen, secde etmeden dolayı yüzde beliren çizgiler değil, ibâdetin insan ruhunda bıraktığı derin tesirdir. İbadetin canlı, tatlı ve sevimli hazzı onların simalarından okunur. Onların yüzünde Allah’a huşu ile ibâdet etmenin eseri olarak faziletle dolu bir tevazu, bir nûraniyet vardır. Gurur, kibir yoktur.[1]  Burada özellikle secde lafzı seçilmiştir. Çünkü secde, insanın Allah’a yaptığı ibâdetin, huşu ve huzu halinin en mükemmel şeklini ifade eder.

Altıncısı; onlar mükemmel yetiştirilmiş ekin gibidirler. Bu ekin toprağı yarıyor, filizini çıkarıyor ve çatallanıyor. Derken filizini kuvvetlendiriyor, başak çıkarmağa başlıyor. Derken gövdesi üzere dikiliyor, yükseliyor ve bir düzeye ulaşıyor. Gövdesi sağlam, yan yatmamış, eğilmemiş, dik ve düzgün, kuvvet dolu bir ekin. Bu manzara, ziraatin ne olduğunu bilen, verimli ve verimsiz mahsulü tanıyan ve bitkinin durumundan anlayan kimselerin pek hoşuna gidiyor, onları heyecanlandırıyor ve sevindiriyor. İşte Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı böyle hoş, mükemmel, muntazam güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Resûlullah (s.a.s.)’in feyzi, ahlâkı, talim ve terbiyesi ile ümmetine hem ruhen hem de cismen verilen hayatî nizam ve neş’enin bir ifadesi vardır. Zemahşerî şöyle der: “Bu Allah Teâlâ’nın İslâm milletinin başlayışı ve gelişip büyüme şekli ile ilgili verdiği bir misaldir. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.) yalnız olarak işe başladı. Sonra Allah Teâlâ onu, ekinin ilk çimi kendinden doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi, beraberindeki mü’minlerle güçlendirdi. Buna göre ekin Peygamberimiz, ondan çıkan filizler de ashâb-ı kirâmdır. Dolayısıyla bu, Peygamberimizle beraber ashâbının temsilidir.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 10)

Allah Teâlâ hem bu güzel vasıfları taşıyan sahâbe-i kirâmı, hem de kıyâmete kadar onların bu vasıflarıyla vasıflanan, bu güzel ahlâklarıyla ahlâklanan, iman ve sâlih amellerle onların izinden yürüyen kimselerin günahlarını bağışlayacak ve onlara pek büyük bir mükâfat olan cenneti ihsan edecektir.

Allah Teâlâ, Peygamberine başı da sonu da bağışlanma ve nimet müjdeleyen Fetih sûresiyle böyle açık, parlak ve bundan itibaren meydana gelecek nice fetihlerin anahtarı mevkiinde bir fetih bahşetmiştir. Fetih sûresinin sonu ise özellikle tâlim ve terbiyenin, düzen ve intizamın önemine işaret etmektedir. Dolayısıyla bu terbiye ve intizamın üzerine insanın kalp ve ruh âleminin terbiye edilip orada gerekli düzenlemelerin tamamlanması istikâmetinde Hucurât sûresi başlayacaktır:

[1] Yapılan iyi ve kötü amellerin izlerinin insanın yüzünde belirmesinin ve yüzlerin zulmet veya nûrâniyetinin ona göre teşekkül etmesinin güzel bir örneğini Osman Nûri Topbaş hocaefendi şöyle anlatır: “Merhum Sâmi Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum pederim Mû­sâ Efen­di ile Bur­sa’dan İs­tan­bul’a dö­nü­yor­duk. Ya­lo­va’da ara­ba va­pu­ru­na bin­mek için vâ­sı­ta­mız­la sı­ra­ya ge­çe­cek­tik. Araç­la­rın kar­ga­şa­ya ma­hal ver­me­den dü­zen­li ola­rak sı­ra­ya gir­mesiy­le alâ­ka­dar olan kâh­yâ, bi­zim ara­ba­mı­za da yer gös­te­rir­ken gö­zü ar­ka ta­raf­ta otu­ran Sâ­mi Efen­di ve Mû­sâ Efen­di’ye iliş­ti. Hergün yüzlerce sîmâ ile karşılaşan kâhyâ, şaş­kınlık içinde bir an du­rak­la­dı. Son­ra yak­laş­tı. Ara­ba­nın ca­mın­dan içe­ri­ye da­ha dik­kat­li­ce bak­tı; de­rin bir iç çek­ti ve şöy­le de­di:

«–Allah Allah! Ne ga­rip dün­ya! Yüz­ler var me­lek gi­bi... Yüz­ler var Nem­rut gi­bi...»” (Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik)