Esas Marifet İstikamet Üzere Olmaktır

Abidevi Şahsiyetler

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hârikulâde fiillerin ve kerâmetlerin zuhûruna fazla meyletmemek îcâb eder. Esas mârifet, istikâmet üzere olmaktır.”[1]

“Hârikulâde hâl ve kerâmetlere, amelde istikâmet üzere olmak ve Sünnet’e bağlılık şartıyla îtimâd edilebilir. Sünnet’e bağlılık olmazsa bu tür zuhûrâta îtimâd edilmez.”[2]

Allah dostlarından bir zâtın şu sözünü naklederlerdi:

“Eğer velî, bir bahçeye girse ve ağaçların her bir yaprağı ona «Ey Allâh’ın velîsi!» diye nidâ etse, onun, zâhiren ve bâtınen o sese iltifat etmemesi lâzımdır. Bilâkis her an kulluk, takvâ ve tazarrû hâlini daha fazla artırmaya gayret ve titizlik göstermelidir. Bu makamda kemâl mertebesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhsustur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ne kadar pek çok ilâhî nîmet ve ikrama nâil olsalar da, yine kulluk, ilticâ ve tazarrû hâllerini artırır ve bu hususta; «Şükreden bir kul olmayayım mı?» buyururlardı. (Buhârî, Teheccüd, 16)”[3]

Yine Nakşibend Hazretleri, Sülemî’nin şu güzel sözünü naklederdi:

“İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor.”[4]

Nakşibend Hazretleri fânîlerin iltifatlarından kendini koruyabilmek için kerâmetlerini gizlerdi. Bir gün kendisinden kerâmet taleb ettiklerinde:

“–Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zira bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz.” buyurdular.[5]

Müridleri, kendisinde gördükleri kerâmetlerden bahsedince de:

“–Onlar müridlerin kerâmetleridir.” diyerek tevâzû gösterdiler.[6]

Kendilerinden hârikulâde hâller zuhûr ettiğinde ise, dervişlerine dâimâ şu tembihte bulunurlardı:

“–Ey dostlar! Bizim bu hâllerde irâdemiz yoktur. Yani bunun gibi keyfiyetlerin zuhûru bizim talebimizle değildir, Allah tarafındandır. Fakir, müflis, âciz ve pür-taksîr olandan bir şey zuhûr etmez!”

Yine şöyle buyurmuşlardır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları makbûl olduğu hâlde, ona şu hitap vâkî olmuştur: «…Attığın zaman Sen atmadın, lâkin Allah attı...» (el-Enfâl, 17) O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?! Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.”[7]

“«Herkes koşmakla avı yakalayamaz. Avı, devamlı takip eden kişi yakalayabilir.» Bunun için, devamlı ve istikâmet üzere çalışmak îcâb eder.”[8]

İstikâmetten azıcık sapmak bile, kişinin mâneviyâtı üzerinde hemen tesirini gösterir. Bunun için Nakşibend Hazretleri:

“Velî olan kişiden, zelle türünden her ne hatâ zuhûr etse, bu onun tevâzûdaki kusurundan kaynaklanır.” buyurmuşlardır.[9]


[1] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88.

[2] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 26.

[3] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 57.

[4] Sülemî, Hakāiku’t-Tefsîr, [Hûd, 12]; Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88.

[5] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 112; Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 58a.

[6] Ahmed Kâsânî, Âdâbü’s-Sâlikîn, vr. 58a.

[7] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 156.

[8] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 103.

[9] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları