Emanet Şuuru Nasıl Oluşiturulmalı?

Cemiyet Hayatımız

Emânetin değersizleştirildiği bir zamanda yaşıyoruz. Emânete karşı hassasiyetimizi yitirdiğimiz ve bu şuurdan gitgide uzaklaştığımız bir zaman dilimindeyiz. Hâlbuki verilen veya verilmeyen her şeyin bir nimet olduğu; her nimetin de bir emânet boyutu olduğu gerçeği, bizim köklerimizi ve tefekkür zeminimizi oluşturan Kitab’ımızda beyân edilmektedir. Öyle ki, hayat rehberi olarak kabul ettiğimiz Kitab’ın kendisi de bir emânettir.

Emânet şuuru nasıl oluşturulmalı? Bu sorunun cevabı, insanın varlık âlemindeki kıymetini bilmesi ile yakından alâkalıdır. İnsan, Rabbimizin başta “cemâl” sıfatı olmak üzere, diğer isim ve sıfatlarının kendisinde az-çok tecellî ettiği, yaratılmışların en şereflisi bir varlıktır.

Bu mânâda, varlık âlemine karşı bir “emânet şuuru” içinde olmak, insanın kendini tanıması ve kendisine değer vermesi ile başlar. Bu idrak seviyesine ulaşmak ise, hiçbir şeyin tesadüfen olmadığı gerçeğine vâkıf olmakla ikinci basamağa yükselir. Kâinâttaki mükemmel nizam ve bunun her şeyin üstünde bir var edeninin bulunmasını idrâk ise, üçüncü basamaktır.

Kâinâtı yoktan yaratan, ona en mükemmel nizamı veren o yüceler yücesi Rabbin, insanı başıboş bırakmayacağı da âşikârdır. Sahip olduğu üstün meziyet ve faziletleri sebebiyle, kâinâtın insana emânet edilmesi ve onun kullanımına verilmesi (musahhar kılınması) bu emânet şuurunu temelinden şekillendirir. Kâinâtı bu şekilde bir emânet olarak uhdesine alan insan, aynı zamanda kendi varlığının da bir emânet olduğu şuurunda olmalıdır.

İşte kâinâtı yaratan Cenâb-ı Hakk’ın, insanı ve yaptıklarını devamlı sûrette murâkebe ettiğini (görüp gözettiğini), insanın sahip olduğu emanetleri bir gün gerçek sahibine teslim edeceğini bilmesi ve bunu dâimî bir şuur hâline getirmesi, emânette “zirve hâli”dir.

Bu şuurla yaşayan insan, dünyadan, dünyanın gidişâtından bîgâne kalamaz. Gücü nisbetinde hayatın ve hâdiselerin gidişatına tesir etmeye, iyiye doğru onları yönlendirmeye çalışır.

EMANET EMANET İÇİNDE 

Din, nasihatler manzûmesidir. O, hayır ve güzellikleri telkin eder; kötü ve çirkin olan şeylerden uzak durmamızı tembihler. Bu mânâda insanın ferdî ve toplumsal hayatına huzur ve mutluluk getirecek, kâinâtın sağlıklı bir şekilde ve düzen içinde devam etmesine sebep olacak denge vasfına sahip haklar ve mesuliyetler yükler. Kişiyi topluma, toplumu kişiye zimmetler. Kâinâtı, canlı-cansız bütün varlıkları; insanlara emanet olarak sunar. İnsan, bu varlıklardan ihtiyacı kadarını alıp kullanacak, ama haddi aşıp emâneti zâyi etmeyecek ve israfa düşmeyecektir. Aksi hâlde kendisiyle aynı dönemde yaşayan diğer insanların ve kendisinden sonra gelip o mülk üzerinde hayat sürecek kimselerin hakkını gasbetmiş ve emânete ihanet etmiş olur.

Böylesi bir idrâk ve şuur, insanın düşünme, inanma ve yaşaması ile kökleşir. Kendisinde bu şuur oluşan fertler, akarsu kenarında abdest alırken bile titiz davranır, başkasının hakkını gasb etmekten, haddi aşmaktan ve israftan uzak durur. İyi bilir ki, kendi hakkının bittiği yerde, başkasının hakkı başlamaktadır. O yüzden haddini de, hakkını da bilir. Bu emânet şuurunu kazanan fert, çevresinden başlayarak aynı şuuru diğer insanlara kazandırmaya çalışır. Bilir ki, kendisine bu emânet şuuru da emanet edilmiştir ve bu idrâke ulaşmasıyla onu insanlara ulaştırıp ulaştırmaması da bir başka emânet konusudur. Nihâî olarak emânet, kendi içinde düğüm düğüm bir mevzudur ve bu hâliyle, dağların bile üstlenmeye korktuğu en çetin ve acımasız yüktür. Lâkin “gâfil”, “câhil” ve “zâlim” insan, gözü kara bir şekilde bu emânete talip olmuştur.

İslâm, bütün cemiyete ve insanlara; asgarî emanet şuuru olarak da birtakım prensipler belirlemiştir: Can, mal, nesil, akıl ve din bu en asgarî ve en temel emânetleri ifade etmektedir. İslâm’a göre, her emir ve yasak, insanın bu beş temel hakkını güvence altına almalı ve o emânetleri korumalıdır. Bunlara zarar veren her türlü saldırı, insanın varlığını hedef alan bir saldırıdır ve kendisine bütün imkânlarla engel olunmalıdır.

Kaynak: Şefika Meriç, Şebnem Dergisi, 142. Sayı