Edep Ya Hu

Cemiyet Hayatımız

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” ayet-i kerimesinin hikmeti nedir? “Edeb yâ Hû” ne anlama gelir? Tekke ve dergâhların girişine neden “Edeb yâ Hû” yazılır?

Mü’min, cömert insandır. Hakîkî cömertlik ise, gözünü kırpmadan, eli titremeden ihsân edebilmek, bahar yağmurları gibi gönüllere hayat bahşedebilmek, cân u gönülden ve haz duyarak infâk edebilmektir.

Mü’min, tıpkı çiçeklerin güzel kokularını etraflarına cömertçe ikrâm etmeleri gibi, tabiî ve rûhânî bir edâ ile infâk edebilmeli ki, yaptığı hayır-hasenat, Hak katında bir kıymet ifâde etsin!..

EDEP DUYGUSU

Şeyh Sâdî ne güzel söyler:

“Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun, buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu kovma, ona surat asma, onu tebessümle karşıla…”

Tasavvufun özüne ve gâyesine nazar ettiğimizde; onun mânevî inkişafta esas vâsıtasının “muhabbet”, bu terakkîdeki zirvesinin de “âdâba riâyet” yani edeplenme olduğunu görürüz. Bu itibarla mü’min, gönlünün merkezini Allah ve Rasûlü’ne tahsis edebildiği nisbette ilâhî vuslata nâiliyet yolundadır. Bunun en büyük alâmeti de, nebevî ahlâk ile ahlâklanmaktır.

Nebevî ahlâkın özünü, yüksek bir “edep duygusu” oluşturur. Nitekim sahâbe-i kirâmın ifâdesine göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) örtüsüne bürünmüş bâkire bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi idi. Yine O, sahip olduğu edebi ifâde sadedinde; “Beni Rabbim edeplendirdi ve edebimi de güzel kıldı.” buyurmuştur. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

EDEP YA HU

İnsanlığın zirve noktadaki fazîletini ifâde eden “edep” hakkında Hazret-i Mevlânâ da şöyle der:

“Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç ve gör; şeytanı kahreden edeptir. İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o gerçekte insan değildir...”

Bu itibarla evvelce tekke ve dergâhların en mühim îkaz levhalarından birisi de; «اَدَبْ يَا هُو» (Edeb yâ Hû!..) idi. Bu ifâde, edebe riâyete çağıran bir îkaz olduğu gibi, aynı zamanda “Yâ ilâhî! Edep lutfeyle!” mânâsında bir niyazdır.

Îmânın özü olan edep duygusu, mü’minin hayâtının her safhasını kuşatan bir haslettir. Bilhassa da ibâdet ve muâmelât hayâtını...

Cenâb-ı Hak biz kullarını, yalnızca kendisine ibâdet etmemiz için yarattığını beyan buyurmuştur. Bu bakımdan ibâdetler ve muâmelât, Hakk’a kulluğumuzun âdeta can damarı mesâbesindedir. Yani ibâdetsiz ve muâmelâtsız bir kulluk hayâtı düşünülemez.

Bununla birlikte, Hakk’a kulluk vecîbelerinin edâ edilmesi kadar, hangi keyfiyetle edâ edildikleri de son derece mühimdir. Zira ibâdet ve muâmelâtta edebe riâyet, Hakk’ın rızâ ve muhabbetine vuslatın yegâne şartıdır. Bu sebepledir ki usûl-erkân ve âdâbına uymadan, mecbûriyet savma kabîlinden yapılan gâfilâne ibâdetlerin ecri zâyî olur, sahibine sadece faydasız bir yorgunluk kalır.

İBADETLERDE EDEP

Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından kendilerine kalan, kuru bir açlıktan başka bir şey değildir! Geceleri nice namaz kılanlar olur ki, namazlarından kendilerine kalan, yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Dînimizin direği olan namazın pek çok rükûnları ve huşû şartı bulunduğu gibi, zekât ve sadakaların infâk edilişinde de bâzı edep kâidelerine titizlikle riâyet etmek gerekir. Aksi hâlde nasıl ki namazı gâfilâne kılanlar hakkında; “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (el-Mâûn, 4) şeklinde sert bir ilâhî itâb vâkî olmuşsa, infak ibâdetinde yanlış bir tavır sergilemek de, kulu aynı kötü âkıbete dûçâr eder.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 1, Erkam Yayınları