Ebu’l Huseyn Nûrî (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebu’I-Huseyn, nisbesi el-Bağdâdî. Nûrî lakabıyla meşhur, İbnu’l-Bagavi namıyla maruf. Horasanlıdır. Herat yakınlarında Buğşur adlı bir köydendir.

Seriy es-Sakati, Ahmed bin Ebi’l-Havari ve Muhammed Ali Kassab’ın sohbetlerinde bulundu. Bağdat’da yaşadı. Cüneyd el-Bağdâdî’nin çağdaşı ve arkadaşı. Zünnûn el-Mısrî ile görüştü. İsar; yani başkalarını kendine tercih etme esası üzerine dayalı ve adına nisbetle Nuriye diye bilinen bir ekolün kurucusu. Vefatı: 295/907.

Son derece güzel yüzlüydü. Hatta Nûrî lakabını alması bu yüzdendi. Anlatıldığına göre Şünuziyye camiine geldiği zaman, onun geldiği farkedilir, herkes yüzündeki secde parlaklığına hayran kalırdı. Bu sebeple ona, nurlu ve güzel anlamına “Nuri” adı verildi.

TASAVVUF AHLÂKTIR

Nuri’nin yolu mücahede esasına dayalı, nefse müsamahayı terk usulüne bağlıydı. Tasavvufu şöyle tanımlardı: “Tasavvuf ne bir takım törenlerdir ne de bilgiler manzumesi. Tasavvuf Ahlâktır.” Bir başka zaman tasavvufu: “Nefsin her türlü hazzını terketmek” diye tarif etmişti.

“Îsâr” anlayışını benimseyen ve bu sıfatla meşhur olanlardandı. O’na göre gerçek isar, arkadaşın rahatı için güçlüğü tercih etmekti. Tasavvufun ince ruh dünyasını kavrayamayan devrin veziri Gulam Halil, sûfîlere karşı düşmanlığı açığa vurarak Nuri, Rakkam, Ebu Hamza, Cüneyd ve Şibli’yi idam talebiyle Halifeye şikayet etti. Halife, ağır ithamlarla kendisine şikayet edilen bu sûfîlerin derhal huzuruna celbedilmelerini emretti. Cüneyd, fıkıh bilgisi ve ikna gücüyle kendini savundu ve kurtuldu. Ebu Hamza, Rakkam ve Nuri’nin ise idamına ferman çıktı. Cellâd boyunlarını vurmak üzere onları sıraya dizdi. İlk sıra Rakkam’ındı. Nuri yerinden fırlayarak sevinç ve heyecanla cellada boynunu uzatıp:

– Önce benim boynumu vur, dedi. Cellâd:

– Sıranı bekle, hem kılıç o kadar merak edilecek birşey değildir, deyince:

– Benim yolun isar ve fedakarlık tarikidir. İnsan için en aziz şey, candır. Ben kardeşlerimin canının benden bir kaç dakika sonra çıkmasını ve onların soluklanacak bir zamana sahip olmalarını istiyorum. Çünkü dünya hizmet yeri, ahiret kurbet mahallidir, dedi.

Bu sözleri duyan celladın eli, onun boynunu vurmaya varmadı. Durum Halife’ye haber verildi. Halife, Nuri’nin bu sözlerini duyunca ölüm fermanını durdurdu. Durumu tetkik için de devrin başkadısı Abbas bin Ali’yi görevlendirdi, Başkadı yaptığı soruşturma sonucu Halife’ye şu mesajı gönderdi: “Eğer bunlar mülhid iseler, yeryüzünde hiç tevhid ehli kalmamıştır.”

Nuri, herşeyi Allah ile kaim görmek demek olanı “cem” halini yaşayan ve bu konuda söz söyleyen sûfîlerdendi: “Hakk ile cem” halinde bulunmak masivadan ayrı olmaktı (fark). Masivadan fark halinde olma, Hakk ile cem halinde olmaktı. Himmetini Allah Teâlâ’ya teksif eden masiva şaibesinden kurtulurdu.”

Hakk’ın cemali, onun gözünü ve gönlünü doldurmuştu. Bu yüzden; “Marifet-i ilahiyye’ye ereli beri hiç bir şeye arzu duymadığım gibi içinde bulunduğum halin güzelliği yanında ikinci bir güzellik görmedim” derdi.

O’nun anlayışına göre marifet sahibi kimselerin işlediği günahtan sonra çarptırılacağı ilahi ceza, Allah’ı zikirden mahrum bırakılmaktı.

EMR BİL-MÂRÛF

Emr bi’l-maruf konusunda son derece duyarlıydı. Birgün yolda şarap kadehleri taşıyan biriyle karşılaştı. Derhal kadehleri parçaladı. Adam davacı oldu. Halife Mu’tezid, Nuri’yi huzuruna çağırıp sordu:

– Sen necisin de bunları kırıyorsun? Nuri:

– Ben muhtesibim (zabıta memuruyum} dedi. Halife:

– Seni kim tayin etti bu göreve, dedi ve ağır laflar söyledi. Nuri bu olay üzerine Bağdad’ı terketti. Basra’ya gitti. Halife Mu’tezid ölünceye kadar orada yaşadı.

Asrının insanlarına bakar ve şöyle derdi: “Zamanımızda çok değerli, fakat çok az bulunan iki zümre var: İlmiyle amel eden alimler ve hakikati söyleyen arifler.”

MURAKABE

Şiblî anlatıyor:

Bir gün Nuri’nin yanında bulunuyordum; o murakabeye vardı. Öylesine dalmıştı ki, vücudunun bir tek kılı bile kımıldamıyordu. Murakabesinden sonra sordum:

– Bu murakabeyi kimden öğrendin?

– Fare deliğinde vaziyet alıp hiç kıpırdamadan dört gözle avını gözleyen kediden, dedi.

DÜNYAYI VERİP AHİRETİ İSTEDİK

Bağdad çarşısında bir yangın çıktı. Her taraf cayır cayır yanıyordu. Bu arada, köle olan iki Rum çocuğunun bulunduğu yeri de ateş sarmıştı. Çocukların ateşten kaçıp kurtulabilecek halleri yoktu. Bu çocukların efendileri şöyle bağırışıyordu:

– Bu çocukları kurtarana bin tane Magrip altını vereceğim! Hiç kimse onlara yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Nuri çıkageldi ve Rum çocuklarının feryadını duyunca besmele çekip ateşin içine daldı. Ve bu iki yavruyu sağ salim çıkardı. Çocukların sahibi, bin adet altını getirip Nuri’nin önüne döktü. Nuri şöyle konuştu:

– Bunları al götür ve Allah’a şükret! Bize verilen bu mertebe kimseden birşey almadığımız içindir. Biz dünyayı verip ahirete talip olanlardanız.

CÜNEYD HASTALANINCA

Rivayete göre Nuri, hastalanınca Cüneyd onu ziyarete geldi. Hediyye olarak da çiçek ve meyve getirdi. Bir müddet sonra da Cüneyd hastalandı. Nuri bütün ihvanını toplayıp onu ziyarete vardı. Ziyaret sırasında ihvanına:

– Şimdi herkes Cüneyd’in hastalığından birazını üzerine alacak ve o da böylece sıhhat bulacak, dedi. Oradakiler:

– Tamam başüstüne, dediler. Cüneyd derhal ayağa kalktı. Nuri ona dönüp:

– Bizim hastalığımızda da siz böyle yaparsınız. Çiçek ve meyve ile ziyaret ederek değil, dedi.

Sordular:

– Ubudiyyet nedir?

– Rububiyeti müşahede etmektir. Hakk’ın azamet ve kudretini görmektir.

– Vecd nedir? diye soranlara:

– Vecd, arasıra meydana gelen bir kıvılcımdır. Şevkten zuhur eder. Bu yüzden vecd anında uzuvlar ya zevkten ya hüzünden sallanır.

Bir defasında tasavvufu “Hürriyet, civanmerdlik, külfeti terk ve cömertlik” olarak tarif etmiş, “Tasavvuf dünyaya düşman, Allah’a dost olmaktır” demişti.

Şöyle anlatıyor:

– Birgün kırbaçla dövülen bir ihtiyar gördüm. Hiç sızlanmadan, sabırsızlık göstermeden soğukkanlı bir tavırla mukabele ediyordu. Nihayet adamcağızı hapse atmışlar. Ziyaretine varıp sordum:

– Bu yaşlı, bitkin haline rağmen o kırbaçlara nasıl dayandın?

– Oğlum, belalara bedenle değil, gönüldeki himmet ve tahammülle sabredilir, dedi.

– Sabır nedir sana göre? dedim:

– Belaya girdiğin zamanki halinle, çıktığın andaki halin eşit olmasıdır, dedi.

Vefatına yakın kendisine kelime-i tevhid zikri telkin edenlere:

– Zaten ona gitmiyor muyuz? karşılığını verdi ve ruhunu teslim etti.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar Sülemî, Tabakatu’s-sufiyye, s. 164-169; Hılyetu’l-evliya, X, 239-255; Kuşeyri, I, 123-124; Sıfatu’s-Safve, II, 439-440; Keşfu’l-mahcub, I, 342-344; Tezkiretü’l-evliya, s. 464-474; Nefehatü’l-üns, (trc. Lamii Çelebi) s. 130-131; İbnu’l-mulakkin, Tabakatu’l-evliya, s. 62-70; el-Kevakibu’d-dürriyye, I, 194-196; et-Tabakatu’l-kübra, I, 74-75; A’lamü’n-nübela, XIV, 70-77.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları