Hazreti Ebu Bekir'in En Büyük Kerameti

Tasavvuf

Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'ın en büyük kerâmeti; en çetin imtihanlar karşısında bile sarsılmayan îmânı ve Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’e olan eşsiz muhabbet, sadâkat, teslîmiyet ve itaatidir.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur: "Cenâb-ı Hak’tan bizler ve sizler için istikâmetin devamını dileriz. İstikâmet sebeplerini tahsil etmek için bütün gayretinizle çalışınız! Zira istikâmet, bin kerâmetten daha hayırlıdır..."[1]

Gönüllerde âdeta bir şok tesiri yapan kerâmetler, Cenâb-ı Hakk'ın bâzı kullarına verdiği istisnâî hâllerdir. Fakat ehlûllah hazarâtı, maddî âlemde tezâhür eden kerâmetleri -kibir ve enâniyet endişesi sebebiyle- kendilerine izâfe etmekten korkmuşlardır. Kerâmet izhârını “hayz-ı ricâl” tâbiriyle, muhakkak gizlenmesi gereken mahrem bir sır olarak kabul etmişlerdir.

Bu itibarla kerâmet, bir yönüyle müstesnâ bir lûtf-i ilâhî iken, diğer yönüyle mühim bir ilâhî imtihandır.

KERÂMET HEM İKRÂMDIR HEM DE İMTİHÂNIDIR

Nakledildiğine göre Bâye­zîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün Dicle Nehri'nin karşı yakasına geçmek ister. Nehrin iki yakası kerâmeten birleşerek Hazret'in geçebileceği bir yol hâline gelir. Bâyezîd Hazretleri ise derhâl kendini toparlayıp nefsine şu îkazda bulunur:

“–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Ey nefsim! Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!..”[2]

Yani kerâmet, Cenâb-ı Hakk'ın bâzı kullarına hem bir ikramıdır, hem de bir imtihanıdır. Yoksa evliyâullâhın her istedikleri zaman sergileyebildikleri bir güç gösterisi veya bir tasarruf kudreti değildir. Böyle bir fevkalâde ikrama nâil olan Hak dostları, bunun tamamen ilâhî bir lûtuf olduğu şuuruyla, kalplerini enâniyetten koruma hassâsiyeti sergilemişlerdir. Zira bu nevî hâllerden nefse pay çıkarmak, mânen helâke sebep olur.

Ayrıca keşif ve kerâmet, mânevî tekâmülün yegâne ölçüsü de değildir. Nice büyük Hak dostunun zâhirî bir kerâmeti bilinmemektedir. Nitekim pek çok rivâyette[3] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'ın da, zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir rivâyet yoktur.

Hâlbuki hicret esnâsında uğradıkları Sevr Mağarası'nda Allah Rasûlü'nün yegâne can yoldaşı olması sebebiyle, Hazret-i Sıddîk Efendimiz'den Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede “ikinin ikincisi”[4] diye bahsetmiştir. Rasûlullah (s.a.) Efendimiz de onun hakkında; “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi”[5] iltifatında bulunmuş; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım...”[6] buyurmuştur.

HAZRET-İ EBÛ BEKİR'İN EN BÜYÜK KERÂMETİ

Şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir (r.a.)'ın en büyük kerâmeti; en çetin imtihanlar karşısında bile sarsılmayan îmânı ve Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’e olan eşsiz muhabbet, sadâkat, teslîmiyet ve itaatidir. Yani “istikâmet” hususundaki mânevî fazîletleridir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) buyurmaktadır.

EN BÜYÜK KERÂMET

İşte en büyük kerâmet, bu emr-i ilâhîyi her an yaşayabilmektir. İbadet hayatımızda, iş hayatımızda, âile hayatımızda, ictimâî hayattaki muâmelâtımızda, velhâsıl her ahvâlde, emrolunduğumuz doğruluk ve dürüstlüğü muhâfaza etmektir. Kur'ân ve Sünnet'te bizler için tâyin edilmiş olan istikâmeti, yani sınırları ve ölçüleri, hayatın her safhasında titizlikle koruyabilmektir.

“İstikâmet”in mâhiyetini ise Cenâb-ı Hak bizlere şöyle beyan buyurmaktadır:

(Rasûl'üm! Sen) sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4)

Demek ki sırât-ı müstakîm, yani dosdoğru istikâmet; en büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah (s.a.) Efendimiz'in yoludur.

Bize de Cenâb-ı Hak; “Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle.” (el-Fâtiha, 6) niyâzını namazın her rekâtında tekrarlatmak sûretiyle, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz'in yolunu istememizi telkin buyurmaktadır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 358