Dünya ve Ahiretimize Fayda Veren İlim

İLİM

Kişinin dünyasına ve âhiretine fayda verecek olan, gerçek ilim ve gerçek tahsil nedir?

Bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın hayat ve kâinâta yerleştirdiği kâideleri tespitten ibarettir. Meselâ;

Tıp ilmi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kâidelerle ilgileniyor.

Botanik, topraktan biten nebâtâta konulan ilâhî kâideler etrafında faâliyet gösteriyor.

Fizik-kimya, Cenâb-ı Hakk’ın maddelere, cisimlerin iç yapılarına koyduğu husûsiyetleri inceler.

Biyoloji, matematik, hukuk, sosyoloji, tarih, coğrafya vs. bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın insana lûtfettiği, dünyevî ilimlerdir.

Esas mesele, bütün bu ilimlerin hikmet tarafını tefekkür ederek eserden müessire, sanattan sanatkâra intikal edebilmektir. Yani insanın bu zâhirî bilgilerden hareketle Cenâb-ı Hakk’ı daha yakından tanıyabilmesi, mârifetullah’tan nasip almasıdır. Bu da kalbî tekâmül ile olur.

Yani bir dışarıdan aldığımız, kitaptan okuduğumuz, hocadan öğrendiğimiz bilgiler ve kâideler var; bunlar zâhirî bilgiler… Bu bilgiler kâfî değil. Esas olan, insanın kendine vereceği bilgilerdir. Cenâb-ı Hak bunun yolunu ifade sadedinde;

“…Siz Allâh’a karşı takvâ sahibi olun (O’na karşı gelmekten sakının). Allah, size öğretiyor…” (el-Bakara, 282) buyuruyor. Yani takvâ neticesinde öğrenilen bir ilim… Zâhirî ilimle bâtınî ilim mezcolacak, bir âhenk teşkil edecek. Bu ilmin ucu açık, sonu yok… Bu ilmi Allah öğretiyor. Bu da ferdin takvâ gayretine bağlı…

Peygamberlerin üçüncü vazifesi, “Kitap ve hikmeti telâkkî ettirmek”tir. Takvâ ile bir hikmet telâkkîsi başlıyor.

HAK DOSTLARINDAN MAHMUD S­Mİ RAMAZANOĞLU HAZ­RET­LE­Rİ’NİN MÂNEVÎ TAHSİLE YÖNELMESİNE VESÎLE OLAN HÂDİSE

Hak dostlarından Mahmud Sâ­mi Ramazanoğlu Haz­ret­le­ri’nin gençlik yıllarında mânevî tahsile yönelmesine vesîle olan bir hâdise vardır:

Sâmi Efendi Hazretleri, Dâ­ru’l-Fü­nûn’un Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni pek yüksek bir dereceyle bitirmiş, artık memleketi Adana’ya dönmeyi düşünürken, bir gün Beyazıt Meydanı’nda bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât, kısa bir tanışma faslının ardından:

“‒Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” der ve onu Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda hasbihâl ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:

“‒Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine kavuşturacak esas tahsili tavsiye edeyim:

Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi, kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de aslâ İNCİNMEMEKtir…”

Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanarak -her ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek…

İLMİN GAYESİ NEDİR?

İlmin nihâî gâyesi, “mârifetullah”tır. Bunun da ucu yok, sonsuz… Mârifetullah, Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilmek ve O’nunla dost olabilmektir.

İlim, derece derece… Avâmın ilmi var, havâssın ilmi var, havâssü’l-havâssın ilmi var, peygamberlerin ilmi var. İlmin nihâyeti yok, ucu açık…

Buna dair birkaç misal vermek isterim:

Meselâ Mevlânâ Hazretleri, Selçuklu Medresesi’nin dersiâmı, yani bütün derslerin en yüksek hocasıydı. Şems-i Tebrizî ise, kalbi rûhâniyetle yüklü bir dervişti. Yazdığı bir eseri yoktu. Mevlânâ kadar bir zâhirî ilme de sahip değildi.

Peki Şems ne verdi Mevlânâ’ya? Zira Şems’ten sonra Celâleddîn-i Rûmî gerçek şahsiyetini bularak Mevlânâ oluyor. Ne verdi Mevlânâ’ya? Onun nefsânî prangalarını kırdı. O prangaları kırmasıyla, muazzam bir ufuk açıldı. Bu ufuktan sonra bir Dîvân-ı Kebîr çıktı, Mesnevî çıktı, Fîhi mâ Fîh çıktı.

Daha evvel yoktu bu gönül eserleri… Zâhirî ilimle gelen eserler değil bunlar. Nefsindeki o prangalar kırıldıktan sonra açılan ufuklardan gelen eserler bunlar. Bugün bir benzeri de yok. 700 sene istifâde edildi bunlardan. Haydi çıksın bir üniversite, bugün bir Mesnevî yazsın! Mümkün mü?!.

Husûsiyeti nedir bu ilmin?

“…Siz Allâh’a karşı takvâ sahibi olun (O’na karşı gelmekten sakının). Allah, size öğretiyor…” (el-Bakara, 282)

Takvâ olunca Cenâb-ı Hak öğretiyor. Kulun takvâsına göre Cenâb-ı Hak ufuk açıyor.

Yunus Emre de öyle. Daha evvelden Anadolu’nun sayısız dervişinden biriydi. Herhangi bir eseri, Dîvân’ı yoktu. Tapduk Emre ile buluşmasından sonra, başı eşikte bekletilip birtakım haddelerden geçirildikten sonra, onun da nefsânî prangaları kırıldı. Ondan sonra Dîvân meydana geldi. Sarı çiçekle konuşmaya başladı. Eşyanın, kâinâtın tercümanı olmaya başladı. İşte gerçek ilim bu!..

Kulu, Hakk’a yakınlaştırmayan, takvâya sevk etmeyen, sadece dünyasına fayda verip âhireti ihmâle sebebiyet bir ilim, faydasız bir ilimdir. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hak’tan ilim talep ederken dâimâ:

“Yâ Rabbi! Sen’den ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” şeklinde niyâz etmiştir. (Müslim, Zikir, 73)

Sâmi Efendi Hazretleri, sohbetlerinde gerçek ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifade ederlerdi. Bu irfâna sahip olmanın şerefini her vesîleyle hatırlatırlardı.

Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken:

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara:

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.[1]

Mârifetullah’tan nasîb alan kimse, Cenâb-ı Hak’la dostluktan hisse alıyor.

Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 evlâdı vardı. Kendi iç dünyasını Yusuf -aleyhisselâm-’da gördü, ona meyli arttı. İnsan da esâsen kendini sever. Kendi iç dünyasıyla müştereklik gördüğü kimseyle dost olur. Bunun gibi, kimin kalbinden nefsânî arzular bertaraf edilmiş, cemâlî sıfatlar orada tecellî etmeye başlamışsa, Cenâb-ı Hak da o kalp ile dost olur.

İmâm-ı Rabbânî; “İşte o kalbi incitme! Zira o kalp, Allâh’ın komşusudur.” diyor.

Gerçek ilim de bu…

Günümüzde, üniversite bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice genç kardeşlerimizi görüyoruz. Fakat ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim tahsili olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azametini idrâke vesîle olmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket/apolet, meslek, para, îtibar vs. kazandırır; fakat kulun ebedî kurtuluşuna bir fayda sağlamaz.

Bu itibarla ilim tahsilinin muhakkak çift kanatlı, yani ilim ve irfan beraberliği içinde olması zarurîdir.

Zira ilim, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de. Nitekim insanlığa en büyük zulmü yapan zâlimler; ilmi kötüye kullanarak zâlimlerden olmuşlardır. Firavun, Nemrut, Hitler, günümüzün Firavunları vs. okumamış, cahil kimseler değildir. Fakat onlar bilgilerini zulümlerine âlet etmişlerdir.

Meselâ bir hukukçunun mârifetullah’tan nasibi yoksa, zâlim bir cellât kesiliverir. Bir cerrahın mânevî olgunluğu yoksa, bir insan kasabı, bir organ kaçakçısı oluverir. Az bir dünyevî menfaat karşılığında, mânevî dünyalarına zehir saçmaktan, ebedî hayatlarını bir azap faslına çevirmekten kurtulamazlar.

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da buna fazla değer verme! Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarından biriydi, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibadeti ile kibre kapıldı. Allah ile cidâle girdi ve rezil oldu gitti.”

Düşünmek lâzımdır ki, insanı gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâke sürükleyen bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibâret olsa bile, hakikatte vebalden başka nedir ki?

Âyet-i kerîmede böyle kimseler hakkında;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ “Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır.

Öte yandan gerçek tahsil, ilmi zihne depolamak değildir. Mühim olan, ilmin gerektirdiği olgunlukta bir şahsiyet ve karakter sergileyebilmektir. Aksi hâlde davranışlara istikâmet vermeyen bir ilim, kuru bir hamallık ve faydasız bir yorgunluktan başka bir şey değildir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir…” (el-Cuma, 5)

Şeyh Sâdî Hazretleri şöyle der:

“Üzerine birkaç kitap yüklenmeyle, merkep âlim olur mu? O beyin­siz, sırtındakinin odun mu, yoksa kitap mı olduğunu bile fark edemez.”

Bu sebeple yine şöyle nasihat eder:

“Ne kadar okursan oku, ne kadar bilgi edinirsen edin, bilgine yakışır şekilde davranmazsan (yani takvâ hayatın yoksa) câhilsin demektir.”

İnsanı katı kalplilikten kurtarıp merhamet ve şefkat âbidesi kılan, cehâletten kurtarıp ebedî saâdet bilgisi ile donatan, bencillikten kurtarıp diğergâm kılan; her müslümanın sahip olması gereken İslâm kültürüdür.

İslâm kültürünü tahsilin neticelerini, asr-ı saâdette görüyoruz:

* Bir çoban, sahibinden izinsiz koyun satmasını teklif edenlere, elini kaldırıp “Allah nerede o zaman?!” diyor.

* Yermük Harbi’nde bir testi su, üç şehidin arasında kaldı. Bunlar; Hâris, İkrime ve Iyâş -celle celâlühû- idi.

Hepsi de suya en fazla ihtiyaç duydukları bir anda -zira sıcak çöl kumlarının üzerinde can veriyorlardı- din kardeşlerini kendilerine tercih ettiler, îsar fazileti sergilediler.

* Bir köle, günlük nafakasını bir köpekle paylaşabiliyordu. Sahâbeden Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bu hâdiseyi şöyle naklediyor:

Kendisi bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğramıştı. Bahçenin hizmetçisi siyâhî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“–Senin ücretin nedir?”

“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”

“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”

“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-:

“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu.

Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı. Köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı.[2]

Şimdi düşünmek gerekir ki; bedenen bir köle, fakat rûhen bir mânâ sultanı olan o ârif mü’min, kimden, nerede ve hangi tahsili almıştı? Bugünkü ifadesiyle, hangi fakültede doktora yapmıştı? Bu rûhî olgunluk, hangi eğitim sisteminin mahsûlüydü?..

Demek ki dünyevî olarak hangi tahsili yapmış olursak olalım, her zaman muhtaç olduğumuz asıl tahsil, “mârifetullah” tahsilidir. Yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmek… Rabbimiz, ihsan buyursun…

KULU HAKKA YAKLAŞTIRMAYAN HER İLİM FAYDASIZDIR

Kulu, Hakk’a yakınlaştırmayan, takvâya sevk etmeyen, sadece dünyasına fayda verip âhireti ihmâle sebebiyet bir ilim, faydasız bir ilimdir. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hak’tan ilim talep ederken dâimâ:

“Yâ Rabbi! Sen’den ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” şeklinde niyâz etmiştir. (Müslim, Zikir, 73)

Sâmi Efendi Hazretleri, sohbetlerinde gerçek ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifade ederlerdi. Bu irfâna sahip olmanın şerefini her vesîleyle hatırlatırlardı.

Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken:

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara:

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.[1]

Mârifetullah’tan nasîb alan kimse, Cenâb-ı Hak’la dostluktan hisse alıyor.

Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 evlâdı vardı. Kendi iç dünyasını Yusuf -aleyhisselâm-’da gördü, ona meyli arttı. İnsan da esâsen kendini sever. Kendi iç dünyasıyla müştereklik gördüğü kimseyle dost olur. Bunun gibi, kimin kalbinden nefsânî arzular bertaraf edilmiş, cemâlî sıfatlar orada tecellî etmeye başlamışsa, Cenâb-ı Hak da o kalp ile dost olur.

İmâm-ı Rabbânî; “İşte o kalbi incitme! Zira o kalp, Allâh’ın komşusudur.” diyor.

Gerçek ilim de bu…

Günümüzde, üniversite bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice genç kardeşlerimizi görüyoruz. Fakat ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim tahsili olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azametini idrâke vesîle olmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket/apolet, meslek, para, îtibar vs. kazandırır; fakat kulun ebedî kurtuluşuna bir fayda sağlamaz.

Bu itibarla ilim tahsilinin muhakkak çift kanatlı, yani ilim ve irfan beraberliği içinde olması zarurîdir.

Zira ilim, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de. Nitekim insanlığa en büyük zulmü yapan zâlimler; ilmi kötüye kullanarak zâlimlerden olmuşlardır. Firavun, Nemrut, Hitler, günümüzün Firavunları vs. okumamış, cahil kimseler değildir. Fakat onlar bilgilerini zulümlerine âlet etmişlerdir.

Meselâ bir hukukçunun mârifetullah’tan nasibi yoksa, zâlim bir cellât kesiliverir. Bir cerrahın mânevî olgunluğu yoksa, bir insan kasabı, bir organ kaçakçısı oluverir. Az bir dünyevî menfaat karşılığında, mânevî dünyalarına zehir saçmaktan, ebedî hayatlarını bir azap faslına çevirmekten kurtulamazlar.

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da buna fazla değer verme! Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarından biriydi, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibadeti ile kibre kapıldı. Allah ile cidâle girdi ve rezil oldu gitti.”

Düşünmek lâzımdır ki, insanı gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâke sürükleyen bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibâret olsa bile, hakikatte vebalden başka nedir ki?

Âyet-i kerîmede böyle kimseler hakkında;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ “Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır.

Öte yandan gerçek tahsil, ilmi zihne depolamak değildir. Mühim olan, ilmin gerektirdiği olgunlukta bir şahsiyet ve karakter sergileyebilmektir. Aksi hâlde davranışlara istikâmet vermeyen bir ilim, kuru bir hamallık ve faydasız bir yorgunluktan başka bir şey değildir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir…” (el-Cuma, 5)

Şeyh Sâdî Hazretleri şöyle der:

“Üzerine birkaç kitap yüklenmeyle, merkep âlim olur mu? O beyin­siz, sırtındakinin odun mu, yoksa kitap mı olduğunu bile fark edemez.”

Bu sebeple yine şöyle nasihat eder:

“Ne kadar okursan oku, ne kadar bilgi edinirsen edin, bilgine yakışır şekilde davranmazsan (yani takvâ hayatın yoksa) câhilsin demektir.”

İnsanı katı kalplilikten kurtarıp merhamet ve şefkat âbidesi kılan, cehâletten kurtarıp ebedî saâdet bilgisi ile donatan, bencillikten kurtarıp diğergâm kılan; her müslümanın sahip olması gereken İslâm kültürüdür.

İslâm kültürünü tahsilin neticelerini, asr-ı saâdette görüyoruz:

t Bir çoban, sahibinden izinsiz koyun satmasını teklif edenlere, elini kaldırıp “Allah nerede o zaman?!” diyor.

t Yermük Harbi’nde bir testi su, üç şehidin arasında kaldı. Bunlar; Hâris, İkrime ve Iyâş -radıyallâhu anhum- idi.

Hepsi de suya en fazla ihtiyaç duydukları bir anda -zira sıcak çöl kumlarının üzerinde can veriyorlardı- din kardeşlerini kendilerine tercih ettiler, îsar fazileti sergilediler.

t Bir köle, günlük nafakasını bir köpekle paylaşabiliyordu. Sahâbeden Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bu hâdiseyi şöyle naklediyor:

Kendisi bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğramıştı. Bahçenin hizmetçisi siyâhî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“–Senin ücretin nedir?”

“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”

“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”

“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”

“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”

“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-:

“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu.

Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı. Köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı.[2]

Şimdi düşünmek gerekir ki; bedenen bir köle, fakat rûhen bir mânâ sultanı olan o ârif mü’min, kimden, nerede ve hangi tahsili almıştı? Bugünkü ifadesiyle, hangi fakültede doktora yapmıştı? Bu rûhî olgunluk, hangi eğitim sisteminin mahsûlüydü?..

Demek ki dünyevî olarak hangi tahsili yapmış olursak olalım, her zaman muhtaç olduğumuz asıl tahsil, “mârifetullah” tahsilidir. Yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmek… Rabbimiz, ihsan buyursun…

Dipnotlar:

[1] Mustafa Eriş, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21.

[2] Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, s. 467.

Dipnot:

[1] Mustafa Eriş, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21.

[2] Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, s. 467.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Genç Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Mayıs Sayı: 164