Dul ve Yetimlere Sahip Çıkmak ile İlgili Örnekler

Cemiyet Hayatımız

İslam’da dul ve yetimlere yardım etmenin önemi nedir? Asr-ı Saadet’ten dul ve yetimlere sahip çıkmak ile ilgili örnekler.

Toplumda, ilâhî imtihanın bir cilvesi olarak bâzı kanadı kırık insanlar bulunur ki, Cenâb-ı Hak, diğer kullarına onlar hürmetine rızık verir ve yardım eder. Lâkin insanlar, bu hakîkati çoğu zaman anlayamazlar. O kulların mahrûmiyetine aldırmadan, devamlı kendi varlıklarının artmasını isterler. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, toplumdaki kanadı kırıklara bakmayı, imkân sâhipleri için bir vazife kılmıştır.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hayır! (Siz Allah’tan hep ikrâmı devâm ettirmesini istersiniz lâkin), yetime değer vermez, iyilikte bulunmazsınız! Muhtaçları doyurmaya teşvik etmezsiniz.” (el-Fecr, 17-18)

Toplumdaki zayıf ve muhtaç insanlara yakın olan ve samîmî bir şekilde ihtiyaçlarıyla ilgilenen kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu kulluk kıvâmına ererek iki cihan saâdetini elde ederler.

Toplumdaki kanadı kırıkların en fazla mahzun ve mağmûm olanları ise dul hanımlar ve yetim çocuklardır. Onlar hâlet-i rûhiye olarak derin bir ıztırap, hasret ve sıkıntı içindedirler. Onların maddî-mânevî yaralarının sarılması ve tesellî edilmeleri, ümmetin üzerine bir borçtur. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allah yolunda cihâd etmiş gibi sevap kazanır.”

Râvî diyor ki, hattâ Allah Rasûlü’nün:

“O kimse tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri de hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir.” buyurduğunu da sanıyorum. (Buhârî, Nafakât 1, Edeb 25, 26; Müslim, Zühd 41)

Cenâb-ı Hak yetimlerin haklarını muhâfazayı kendi üzerine almış, bu hususta pek çok âyet-i kerîme inzâl buyurarak onlara güzel muâmelede bulunmayı emretmiştir.[1] Yetimle ilgilenip ihtiyaçlarını karşılamanın sarp yokuşu aşmak olduğunu haber vermiştir.[2] Bu sarp yokuşu aşarak, sırf Allâh’ın rızâsına ermek için kendileri de muhtaç olduğu hâlde fakire, yetime ve esire ikrâm eden kullarını da medhetmiştir.[3]

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Sakın yetime kahretme! (Kötü muâmelede bulunup onu ezme!) (ed-Duhâ, 9)

“...Yetimlerin haklarını vermekte tam adâleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir.” (en-Nisâ, 127)

Toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmak yerine, aksine bir de onlara haksızlık yapmak, küfre ve nankörlüğe dalmış olan taşlaşmış bir kalbin çirkin tezâhürlerindendir. Cenâb-ı Hak böylelerini tehdit ederek şöyle buyurur:

“Baksana şu dîni (mahşer ve hesâbı) yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez!” (el-Mâûn, 1-2)

PEYGAMBERİMİZİN YETİMLERE ŞEFKATİ

Peygamber Efendimiz, yetimlere şefkatle muâmele eden mü’minleri en büyük mükâfatla müjdelemiştir. Birgün:

“Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben cennete şu ikisi gibiyiz.” buyurmuş, aralarını biraz açarak işâret ve orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb 24, Talak 14)

Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“Müslümanların evleri içinde en hayırlı ev; içerisinde yetime iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü muâmele edilen evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917)

“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır...” (Ahmed, V, 250)

Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye de Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri doyur, yetimin başını okşa!” tavsiyesinde bulunmuştur. (Ahmed, II, 263, 387)

Abdurrahman bin Ebzâ -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“Yetime karşı şefkatli bir baba gibi ol!” buyurduğunu nakleder. (Heysemî, VIII, 163)

Hayâta gözlerini yetim olarak açmış olan Fahr-i Kâinât Efendimiz, ümmetinin yetimleriyle bizzat alâkadar olmuşlardır. İnsanlığa en güzel bir örnek şahsiyet olmalarının bir tezâhürü olan şu ifâdeleri, ne yüksek bir fazîlet numûmesidir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu ifâdeleri, O’na ümmet olma bahtiyarlığına eren her bir mü’mine, eşsiz bir şefkat, merhamet, diğergâmlık ve mes’ûliyet duygusu tâlim etmektedir.

DUL VE YETİMLERİ GÖZETMEK İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Peygamberimizin Evlat Edindiği Şehit Çocuğu

Beşir bin Akrabe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Uhud günü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaştım.

«–Babam ne durumda?» dedim.

«–Şehîd oldu, Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!» buyurdu.

Ağlamaya başladım. Beni aldı, başımı okşadı ve hayvanına bindirdi. Sonra da:

«–Ben baban, Âişe de annen olsa râzı olmaz mısın?» buyurdu. (Heysemî, VIII, 161)

Ben de:

«–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah, tabiî ki râzı olurum!» dedim.

Şu anda saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübârek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.”[4]

Teyze Anne Makamındadır

Kazâ Umresi dönüşü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den çıkarken, Hazret-i Hamza’nın kızı Ümâme -radıyallâhu anhâ- peşine takıldı ve:

“–Amcacığım, amcacığım!” diye seslendi. Hazret-i Ali onu alıp elinden tuttu ve Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya:

“–Amcanın kızını yanına al!” dedi. Medîne’ye gelince Ümâme’ye bakma husûsunda Hazret-i Ali, Zeyd ve Câfer -radıyallâhu anhüm ecmaîn- ihtilâfa düştüler. Hazret-i Ali:

“–O benim amcamın kızıdır! Ona ben bakmalıyım.” diyordu.

Câfer -radıyallâhu anh-:

“–O hem amcamın kızı, hem de ben onun teyzesi ile evliyim!” diyordu.

Zeyd de:

“–O benim kardeşimin kızıdır!” diyordu. (Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu Hamza -radıyallâhu anh- ile kardeş yapmıştı.)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ümâme’nin, teyzesinin yanında kalmasına hükmetti ve:

“–Teyze, anne makâmındadır!” buyurdu. Ardından Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a yönelerek:

“–Sen bendensin, ben de sendenim!”

Câfer -radıyallâhu anh-’a dönerek:

“–Yaratılışın ve huyun bana ne kadar da benziyor.”

Zeyd -radıyallâhu anh-’a dönerek de:

“–Sen bizim hem kardeşimiz, hem de mevlâmız (âzatlımız)sın!” buyurdu. Böylece her birine ayrı ayrı iltifat ederek gönüllerini aldı. (Buhârî, Meğâzî 43, Sulh 6, Umre 3; Müslim, Cihâd 90; Ebû Dâvûd, Talâk 35)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zeyd’e iltifât ettiğinde, Zeyd o kadar sevindi ki, kalkıp tek ayak üstünde Peygamber Efendimiz’in etrafında dönmeye başladı. Câfer’e iltifat ettiğinde o da Zeyd’in arkasından aynı şekilde yürüdü. Bana iltifat ettiğinde ben de Câfer’in ardı sıra sevincimden tek ayak üstünde sekmeye başladım.” (Ahmed, I, 108; Vâkıdî, II, 739)

Hz. Cafer-i Tayyar’ın Evlatları

Hazret-i Câfer’in zevcesi Esmâ bint-i Umeys der ki:

“Câfer ve arkadaşları şehîd oldukları zaman, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Allah Rasûlü bana:

«–Ey Esmâ! Câfer’in çocukları nerede?» buyurdu. Onları bağrına bastı, öptü ve kokladı. Bu esnâda gözlerinden yaşlar akmaya başladı:

«–Yâ Rasûlallah! Anam-babam Sana fedâ olsun! Niçin ağlıyorsun? Niçin yavrularıma, yetimlere yaptığın gibi muâmele ediyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından acı bir haber mi geldi?» dedim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Evet! Onlar bugün şehîd oldular!» buyurdu.

«–Vâh efendim! Vâh Câfer’im!» diyerek feryâd etmeye başladım.

Varlık Nûru kalkıp kızı Fâtıma’nın yanına gitti:

«–Câfer âilesi için yemek yapın! Onlar bugün başlarına gelen acıyla meşguller.» buyurdu.”

Câfer -radıyallâhu anh-’ın âilesine üç gün yemek götürüldü. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Câfer’in evine üç gün uğramadı. Sonra yanlarına varıp:

“–Kardeşime ağlamayınız artık! Bugünden sonra kardeşimin evlâtlarına bakmak bana âittir!” buyurdu.

Hazret-i Câfer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ- der ki:

“Allah Rasûlü, bizi kuş yavrusu gibi evine getirtti ve:

«–Bana bir berber çağırın!» buyurdu. Berber gelip başımızı tıraş etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ellerini kaldırdı ve:

«Allâh’ım! Câfer’in ev halkına hayırla halef ol! Abdullâh’ın elini alışverişte bereketli kıl!» diyerek duâ etti ve bunu üç kere tekrarladı. Annemiz gelince bunu ona anlattım, çok sevindi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz kendisine:

«–Sen bu çocukların geçim ve bakımları hakkında hiç endişelenme! Dünyada ve âhirette onların velîsi benim!» buyurdu.” (Ahmed, I, 204-205; Ebû Dâvûd, Tereccül, 13/4192; İbn-i Hişâm, III, 436; Vâkıdî, II, 766; İbn-i Sa’d, IV, 37)

Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendileriyle yakından alâkadar olduğunu gösteren şu güzel hâtırayı nakletmektedir:

“İyi hatırlıyorum, ben ve Hazret-i Abbâs’ın iki oğlu Kusem ile Ubeydullah çocukken birgün sokakta oynuyorduk. Allah Rasûlü bir binekle yanımıza çıkageldi. Beni göstererek:

«–Şunu bana kaldırın!» dedi ve beni ön tarafına oturttu. Kusem’i de göstererek:

«–Şunu da kaldırın!» dedi. Onu da terkisine aldı…

Sonra üç defâ başımı okşadı ve her okşayışında; «Allâh’ım! Câfer’in evlâtlarına Sen sâhip çık!» diye duâ buyurdu.” (Ahmed, I, 205; Hâkim, III, 655/6411)

Peygamberimizin Yetiştirdiği Üç Yetim

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-, vefâtından evvel Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e emânet etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu yetimleri himâyesine aldı ve bütün ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar oldu. Onları nebevî terbiyesi altında yetiştirdi. (İbn-i Sa’d, III, 610)

Peygamberimizin Terbiyesinde Yetişen Yetimler

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evlendiği dul hanımların yetim çocuklarını da bağrına basmış, onları kendi yavruları bilerek tâlim ve terbiyelerine ihtimam göstermiştir. Nitekim Ümmü Seleme vâlidemiz çok çocuğu olduğunu bildirdiğinde Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Onların himâyesi görülecektir.” buyurmuştur. (Nesâî, Nikâh, 28)

Böylece Efendimiz’in terbiyesinde yetişen bu yetim yavrular, sonraları hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde mühim şahsiyetler hâline gelmişlerdir.

Dul Kadın, Yetim Çocuk ve Namaz Hususunda Allah’tan Korkun

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Vefâtı esnâsında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defâ:

«–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

«–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın, yetim çocuk ve namaz husûsunda Allah’tan korkun!»

Sonra; «Namaz, namaz.» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söyleyemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar edip durdular.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Hz. Aişe’nin Himayesine Aldığı Yetimler

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de kardeşi Muhammed’in yetim kızlarını himâyesine almış ve onları güzelce terbiye etmiştir. (Muvatta, Zekât, 10)

Hz. Ebubekir’in İhtiyacını Gördüğü Kadın

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Hazret-i Ebûbekir’in hilâfeti zamanında Medîne-i Münevvere’nin kenar mahallesinde âmâ ve ihtiyar bir kadın vardı. Hergün ona uğrayarak ihtiyacını görmek isterdim. Fakat her gittiğimde benden önce birinin gelerek onun lüzumlu işlerini yaptığını ve bu düşkün insanın ihtiyaçlarının karşılandığını görürdüm.

Bir gün; “Acabâ hergün bu sevâbı işleyen zât kimdir?” diye düşündüm ve erkenden giderek bir yere saklandım. Bir de ne göreyim: Hergün gelip kadının işlerini gören o sâlih zât, Halîfe Ebûbekir imiş! Karşımda onu görüverince büyük bir şaşkınlık içinde:

“–Hayâtıma yemin olsun ki o sensin!” dedim.[5]

Hz. Ömer’in Bakımını Üstlendiği Yetim Çocuklar

Sahâbîden Eslem -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Ömer -radıyallâhu anh- ile birlikte bir gece Medîne’de Vâkım Tepeleri’nden birinde dolaşırken bir evde, etrafında çocukları ağlaşan bir kadın gördük. Ocakta su dolu bir tencere vardı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çocukların niçin ağladığını kadına sordu. Kadın:

“–Açlıktan!” diye cevap verdi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, üstelik tencerede çocukları avutmak için sadece su kaynadığını ve kadıncağızın, uyutana kadar yavrularını böyle oyaladığını öğrenince kendini tutamayarak ağladı. Derhal zekât mallarının bulunduğu ambara gitti. Bir çuval un ve muhtelif gıdâ malzemeleri alarak sırtına yükledi. Çuvalı ben sırtlanmak istedim. Fakat Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Ey Eslem! Ben yükleneceğim! Çünkü o çocukların hesâbı âhirette benden sorulacak!” dedi.

Kadının evine vardığımızda yemekleri pişirme işini de üzerine aldı. O, bir taraftan tencereyi karıştırıyor, bir taraftan da ateşe üflüyordu. Hatta dumanların, sakallarının arasından girip çıktığını görüyordum. Bu şekilde yemeği pişirdi. Sonra yemeği kendi elleriyle çocuklara yedirmeye başladı. Çocuklar doyunca geri çekilerek karşılarına oturdu. Bir aslan kadar heybetliydi. Bir şey söylemeye çekindim. Çocuklar oynaşıp gülüşünceye kadar bu şekilde durdu. Sonra kalktı ve:

“–Ey Eslem! Onların karşılarında niçin oturdum, biliyor musun? Onları gördüğümde ağlıyorlardı. Güldüklerini görmeden ayrılmak içime sinmedi, onlar gülümsemeye başlayınca içim rahat etti...” dedi. (Ali el-Müttakî, XII, 648/35978)

Hz. Ali ve Ailesinin Aç Kaldığı Gün

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan şöyle nakledilir:

“Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı suladı. Sabah olunca, ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «Hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve kalan son üçte biri öğütüp ondan tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.”

Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Onlar kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve; «Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nur, gönüllerine sürur bahşeder.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, s. 470; Zemahşerî, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244)

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın medhettiği kulların, infakta bulunurlarken; “…Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz…” dedikleri beyân edilmektedir. Fakat o cömert kullar, bunu açıkça muhtaçların yüzüne karşı değil, içlerinden ve hâl lisanlarıyla söylerler. Bu nükteye işâret etmek için, âyet-i kerîmedeki “derler” tâbiri açıkça söylenmeyip, dolaylı ve gizli olarak ifâde edilmiştir.

İbn-i Ömer’in Yemek Yedirdiği Yetim

Sahâbe ve tâbiîn devirlerinde yaşamış olan Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- şöyle nakleder:

“Bir yetim vardı. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- devamlı ona sofrasında yemek yedirirdi. Bir gün İbn-i Ömer yine yemek yiyecekti. Yetimini aradı fakat bulamadı. Yemeğini yedikten sonra yetim geldi. İbn-i Ömer hemen onun için de yemek istedi, ancak yemek kalmamıştı. O da yetime sevîk (kavrulmuş un) ve bal getirerek:

«–Buyur, bunları ye, vallâhi sen aldatılmadın (yani ben de bundan daha iyi şeyler yemedim).» dedi.”

Bu hâdiseyi nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri der ki:

“Vallâhi İbn-i Ömer de aldanmadı, (çünkü böyle davranmakla büyük bir sevâba nâil oldu).” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 134; Ebû Nuaym, Hilye, I, 299)

Yetim, Fakir ve Komşularınıza Dikkat Edin

Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir:

“Müslümanların öyle bir devrinde bulundum ki, bir kişi sabahleyin:

«–Ey hâne halkım, aman yetiminize, çevrenizdeki fakirlere ve komşunuza dikkat edin, onlara iyi bakın!» derdi. Bugün ise hayırlılarınız aranızdan çabucak alındı ve siz her gün durmadan ahlâken zayıflıyorsunuz.

Maalesef yine bugün birini, fâsık olmuş ve otuz bin kişiyle birlikte cehenneme doğru giderken görebilirsin. Ona ne oluyor ki? Allah onu kahretsin! O, Allah’tan gelen nasîbini bir keçi fiyatına (çok az bir ücret karşılığında) satmıştır.

Yine istersen birini her yönden ziyâna uğramış ve şeytanın yolunu arzu eden biri olarak görebilirsin. Ne vicdânı ne de insanlardan biri ona va‘z u nasihat eder!” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 139)

Sokakta Ağlayan Yetim Çocuk

Seriyy-i Sakatî şöyle anlatıyor:

“Bir bayram günü Mâruf-i Kerhî’yi sokaklarda hurma çekirdeği toplarken gördüm. Bu çekirdeklerle ne yapacağını sordum. Dedi ki:

«–Şurada küçük bir çocuğun ağladığını gördüm. Yanına yaklaşarak niye ağladığını sorduğumda; yetim olduğunu, arkadaşlarının elbiseleri gibi elbiseleri ve onların oyuncakları gibi oyuncakları olmadığını söyledi. Tekrar ağlamaya başladı. Hâli yüreğimi dağladı. Onun için bu hurma çekirdeklerini topluyorum. Bunları satacağım ve o çocuğun istediği elbise ve oyuncakları alacağım...»

Bu sözler benim de yüreğimi dağladı ve Hazret-i Pîr’den ricâ ettim:

«–Müsâadeniz olursa, ben o çocukla ilgilenirim, gönlünüz rahat olsun!» dedim. Sonra o çocuğu alıp ihtiyaçlarını karşıladım.”

Bu güzel amel-i sâlih bereketiyle nâil olduğu hâli, Seriyy-i Sakatî, şöyle ifâde eder:

“Gönlümde bu hizmetin bereketiyle öyle bir nûr peydâ oldu ki, onunla bambaşka hâllere mazhar oldum ve nice mânevî lezzetler tattım...”

Osmanlı’da Yetimlere Şefkat

1918 Mondros Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgâl edildiği o zor günlerde, yetimlere bakan müesseseler binâsız kalmıştı. Fakat ecdâdımızın hassâsiyeti sebebiyle kimsesiz yavrular yine de sokağa terk edilmedi. Boş duran bâzı saraylar yetim çocuklar için barınak yapıldı. İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthâne’deki Çağlayan Kasrı’na kadar birçok saray bu işe tahsis edildi.[6]

Yine o günlerde Ermeni çetelerinin yaptığı katliam neticesinde yetim kalan dört bin erkek ve iki bin kız çocuk da sâhipsiz kalmamış, Kâzım Karabekir Paşa onları himâyesine almıştı. Daha sonra bu çocuklardan Gürbüzler Ordusu’nu kurmuş ve yetim yavrular kendi istekleri istikâmetinde vatana, millete hizmet etmeye başlamışlardı. Kısa bir eğitimin ardından her biri kendi mesleğini seçmişti. Bunlardan matbaacı olanlar Millî Mücâdele yıllarında Sarıkamış’ta Varlık Gazetesi’ni çıkararak mücâdeleye destek verdiler.

DUL VE YETİMLERE YARDIM ETMENİN FAZİLETİ

Hâsılı, ölüm haktır ve her an başa gelebilir. Biz öldüğümüzde âilemize ve yavrularımıza nasıl bakılmasını istiyorsak, çevremizdeki dul ve yetimlere de öyle bakmalı ve onları Allâh’ın emânetleri olarak görmeliyiz. Maddî ve mânevî ihtiyaçlarıyla, bilhassa dînî eğitimleriyle yakından ilgilenmeli, Cenâb-ı Hakk’ın, onların duâlarına büyük bereketler ihsân ettiğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Onları birer âhiret sermayesi olarak görüp ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, kulu Allâh’a yakınlaştıran en mühim hizmetlerden biridir.

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Bakara, 83, 177, 215, 220; en-Nisâ, 2-3, 6, 8, 10, 36, 127; el-En’âm, 152; el-Enfâl, 41; el-İsrâ, 34; el-Kehf, 82; el-Haşr, 7; el-İnsan, 8. [2] Bkz. el-Beled, 11-16. [3] Bkz. el-İnsan, 8. [4] Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, Beyrut 2001, II, 65; Ali el-Müttakî, XIII, 298/36862. [5] Süyûtî, Tarîhu’l-Hulefâ, Mısır 1969, s. 80; Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, İstanbul 1985, s. 120. [6] Hidayet Nuhoğlu, “Dârü’l-Eytam” md., DİA, İstanbul 1993, VIII, 521.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları