Dini ve Tasavvufi Kıssalar

Kıssâlar

Allah dostlarının hayatlarından ibret verici dini ve tasavvufi kıssalar.

Bundan önceki bölümlerde yer yer temas ettiğimiz gibi tasavvuf, kâlden ziyâde hâl, yâni sözden ziyâde öz ve davranış mükemmelliği ile alâkalı bir ilim olduğundan o, evliyâullâhın gönül iklimlerinden hayata akseden feyiz ve güzelliklerle doludur. Evvelden beri “kıssa”, “menkıbe” gibi isimler altında muhâtaplara aksettirilen bu güzellikler, îmanları olgunlaştıran, ahlâkı mükemmelleştiren, ilâhî aşk ve muhabbet pınarlarını coşturan ve merhamet, af, diğergâmlık gibi ulvî hisleri besleyen yönleriyle kullara istikâmet verici müessir bir rol üstlenmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de sıkça görülen kıssalar, hâdiselerin bilhassa hayatın içinden olmaları bakımından, onların gönüllerde icrâ edeceği tesiri ortaya koymakta ve insanın olgunlaştırılması yolunda ilâhî bir üslûb vermektedir.

İşte bizler de bu ilâhî üslûba istinâden, bundan önceki bölümlerde yer yer muhtelif misâller vermenin yanısıra, bu bölümde de anlatmaya çalıştığımız mevzû ve hakîkatlere birkaç müşahhas örnek daha vermek ve böylece tasavvufî hakîkatlerin sadece satırlardaki değil, sadırlardaki hâlini de yansıtmak gayreti içinde olduk. Ayrıca bu kıssaların ihtivâ ettiği hisselere âit ifâde edilmesi gereken te’vîl, tefsîr ve îkaz sadedinde söylenebilecek hususları da muhtasar bir şekilde ele almaya çalıştık. Kısaca bu bölümde okuyucularımıza mutasavvıfların engin bir deryâ olan ahlâk ve fazîlet dünyalarından birkaç katre sunmak istedik.

GERÇEK TAHSİL

Sâmi Efendi Hazretleri, Dâru’l-Fünûn Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allah dostu:

“–Evlâdım, bu tahsîl de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak. Seni irfan mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren.” dedi. Ardından ekledi:

“–Evladım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir...

Hisse:

İncitmemek, nisbeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinde ulaşılan seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlanıp hakâret gördüğünde melekler:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helâk edelim.” demişlerdi.

Ancak, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan o yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde mübârek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için duâ eyledi.[1]

Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken:

“–Allâh’ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!” diye duâ etmiştir.

Bu, gerçek tahsîl ile, yâni mânevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme âit bir hâldir.

Ebu’l-Kâsım el-Hakîm’e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir:

“Kalb-i selîmin üç vasfı vardır:

Birincisi incitmeyen bir kalb,

İkincisi incinmeyen bir kalb,

Üçüncüsü de iyiliği Allâh’ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb...

Zîrâ bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefâ ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir...”

Şâir ne güzel söyler:

Cihân bâğında ey âşık budur maksûd-i ins ü cin;

Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!

MÂNEVÎ TERBİYEDE METOD

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, tasavvufta kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye husûsunda dikkat ettiği incelikleri şöyle beyan buyurmuşlardır:

“–Bizler mürîdi gerekli olduğu tarzda, yâni onun içinde bulunduğu hâle göre terbiye ederiz. Îcâbında cezbe, îcâbında sülûk yolunu tercih ederiz. Biliriz ki, sohbetimize gelenlerin bazılarının gönüllerinde muhabbet tohumu vardır, bazılarında yoktur veya dünyevî ve nefsânî alâkalardan dolayı çürümüştür. İşte bizim vazîfemiz, bu fânî alâkaları temizlemek ve gönle muhabbet tohumu ekmek, ekilmiş olanları da hakîkat zemzemiyle sulayıp yeşerterek mârifetullâh güneşiyle bir ihlâs fidanı hâline getirmektir.

Zikir telkînine gelince, o, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonraki netice, yâni çakmak taşını çakıp da aşk çırasını tutuşturmak işi, mürîde kalmıştır.”

Sözün Özü:

Nasıl ki, bedene âit hastalıklar muhtelif ve onların tedâvî yolları da birbirinden farklı ise, rûha ve gönle âit hastalıklar da böyledir. Bu bakımdan firâset ve basîret sahibi Allah dostları, mânevî terbiyede muhâtaplarının durumlarına göre teşhis ve tedâvî yolunu tercih ederler. Kimine İbrâhim bin Edhem’de görüldüğü gibi:

«Tacı ve tahtını terk et!» tavsiyesinde bulunurlarken, kimine de Fâtih Sultan Mehmed Han’da olduğu gibi:

«Eğer bu vazifeyi bırakırsan ve senden daha liyâkatlisi de gelmezse, vebâle girersin!» îkâzında bulunarak, irşad ve teveccühlerini onların bulundukları makâmda devam ettirirler.

Kimini su ile, kimini ateşle imtihân ederler. Dolayısıyla nasıl ki, bedenî bir hastalıkla muzdarip kimsenin şifaya kavuşması için tabîbe teslîmiyeti ve verdiği reçeteyi tatbik etmesi zarûrî ise, kalbî hastalıklarda da durum aynıdır; hattâ daha hassastır. Zîrâ beden tedâvîsindeki ihmâl, sadece bu dünyaya yönelik bir zarara uğratır; ancak gönül tedâvîsindeki ihmâl ise, ebedî bir hayatı hüsrân eyler.

İBRÂHİM BİN EDHEM VE CEYLAN

İbrâhim bin Edhem, önceleri Belh’te saltanat ve debdebeye düşkün bir hükümdardı. Onu bu düşkünlükten kurtarıp âhiretini de ihyâ edebilmesi için, devrin ârif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli îkazlar yapılıyordu. Nitekim meşhur rivâyete göre bir gece sarayının damında birtakım acaip gürültüler duymuş, uyuyamayıp merakla seslenmişti:

“–Orada ne yapıyorsunuz?” Garip bir cevap verildi:

“–Devemizi kaybettik, onu arıyoruz!” İbrâhim bin Edhem kızdı:

“–Damda deve aranır mı hiç?” Bu seferki cevap ise pek mânidar ve ibretli idi:

“–Ey İbrâhim! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da, şu yaşadığın dünyevî şatafat ve debdebe içinde ebedî saâdetin aranamayacağını niçin düşünmüyorsun?”

Diğer ibretli îkazlara nazaran bu sözler, İbrâhim bin Edhem’e bir hayli tesir etti. Ancak bir müddet sonra bunu da unuttuğundan hâlinde herhangi bir değişiklik görülmedi.

Günler böylece gelip geçerken İbrâhim bin Edhem, birgün maiyyetiyle birlikte ceylan avına çıktı. Bir ara maiyyetinden ayrıldı. Pür-dikkat iyi bir av arıyordu ki, kulağına “Uyan!” diye bir ses geldi. Pek aldırmadı. Aynı ses bir daha tekrarlandı, sonra bir daha... Sonra her taraftan benzer sesler duymaya başladı. Sesler:

“–Ölüm seni uyandırmadan sen kendin uyan!” diyordu.

İbrâhim bin Edhem hem şaşırdı hem de korktu. Ancak o sırada karşısına güzel bir ceylan çıktı. Bunun üzerine İbrâhim bin Edhem o nazlı hayvanı avlama heyecanına düştü. Biraz evvel duyduğu sözleri unutup sadağından bir ok çıkardı ve yayına sürdü. Nişan aldı. Tam oku fırlatacaktı ki, nazlı ceylan gözlerini İbrâhim bin Edhem’e dikip dile geldi:

“–Ey İbrâhim! Rahmân olan Allah, beni avlayasın diye mi seni yarattı?”

İbrâhim bin Edhem baştan ayağa titredi. Gözleri bulut bulut oldu, atından atlayıp secdeye kapandı; tevbe etti. Cenâb-ı Hakk’a yalvardı:

“Ey lutf u keremi sonsuz olan Allâh’ım! Benim hâlime de nazar kıl! Nice zamandır debdebe içinde ömür nefeslerimi zâyî etmişim... Ey Allâh’ım! Lutfunla gönlümü yıka; kalbimde muhabbetinden başka bir şey bırakma!”

Artık İbrâhim bin Edhem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklîmin temâşâsına dalmıştı. İşte bu temâşâ, ondaki diğer güzellik telâkkîlerini tamamen silivermişti. Böylece her sabah ihtimamla giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, artık gönlünde bütün ihtişam ve süsünü, hâsılı bütün ehemmiyetini kaybetti ve gözüne iğreti görünmeye başladı.

Bu hâlet içinde gözleri tevbe yaşlarıyla nemli, yüreği nedâmet ateşleriyle yanık olan İbrâhim bin Edhem, sahrâlara doğru yola koyuldu. Hayli yürümüştü ki, bir çobana rastladı. Derhal yanına vardı ve kendi libâsına mukâbil onun abasını alıp üstüne geçirdi. O anda gönlünde büyük bir rahatlık hissetti. Çoban ise bu hâl karşısında şaşkına dönmüştü. İçinden: «Pâhişâhımız herhâlde aklını yitirmiş olmalı...” diyordu. Oysa İbrâhim bin Edhem aklını yitirmemiş, bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ onu bir ceylan ile uyandırmıştı...

Kıssadan Hisse:

Dünyâ ile âhiretten birini tercih etme söz konusu olduğunda âhireti seçenler, ebediyyet sultânı olarak sonsuz mükâfatlara nâil olurlar. Ancak dünyâyı seçenler, bu âlemde zâhiren sultan da olsalar, hakîkatte ebedî âlemin, ellerine hiçbir şey geçmeyecek olan dilencileri hükmündedirler. İşte bu sırrı anlayan İbrâhim bin Edhem, kendi ıslâhının ancak hükümdarlığı bırakmaktan geçtiğini görünce, bu fedâkârlığı ve ferâgati yapmış ve bir ebediyyet sultânı olmuştur. Onun karşısına çıkan kendisini îkaz edici sebepler ise, bir bakıma gönlünde bulunan ihlâs ve samimiyet cevherinin bir bereketidir. Daha doğrusu onun gönül hâli, ilâhî iklîme adım attıracak sebeplerin karşısına çıkmasına ve Hakk’ın yüce tecellîlerine nâiliyyetine, sultanlığı terk gibi büyük bir ferâgatin kendisine kolaylaştırılmasına ve nihâyet bir lâhzada nice ihsanlara ermesine vesîle olmuştur. Bu hâli şâir ne güzel hülâsa eder:

Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder;

Halk eder esbâbını, bir lâhzada ihsân eder.

HAK YOLUNA LEKE DÜŞÜRMEMEK

Bu yol, yâni tasavvuf yolu, Hak nûrunun tecellî ettiği öyle pırıl pırıl bir ufuktur ki, aslâ leke kabul etmez. Bu yolun özünü ve rûhunu görebilenler, onda aslâ dîn-i mübîne aykırı bir hâl bulamaz.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin mânevî halkasında avâm-havâs her kesimden sayısız talebe vardı. Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf gibi Buhârâ’nın önde gelen âlimleri de onun sohbet meclislerine katılmaya can atıyordu. Ancak ulemâdan bazıları, bunu aralarında bir dedikodu vesîlesi yapıp Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh- hakkında ileri-geri konuşmaya başladılar. Nihâyet birgün bu muhâlifler, Nakşibend Hazretleri ile bir mecliste buluşup tenkitlerini dile getirdiler. Bahâuddîn -kuddise sirruh- onlara:

“–Gelin, yolumuzu size anlatalım; eğer Kur’ân’a ve sünnete aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim!..” dedi.

Hazret-i Pîr’in anlattıklarını dinleyen ve bu yüce tasavvuf yolunu inceden inceye mütâlaadan geçiren o ulemâ, yakînen şâhid oldukları bu ulvî hakîkatler karşısında itiraz edecek bir şey bulamadılar. Kemâl-i edeple:

“–Efendim, yolunuz sırât-ı müstakîm imiş; gayrı hiçbir itirazımız yok!..” dediler.

Hisse:

Bu hâdiseden anlaşılan, gerçek tasavvuf yolunun Kur’ân ve sünnete tâbî olmada büyük bir titizlik ve kalbî rikkat içerisinde olduğudur. Sâliklerine de bu minvâl üzere hareket etmelerini işâret eden Şâh-ı Nakşibend’in zâhirî ilimlerde ulemâ ile çatışmayıp, aksine “eğer Kur’ân’a ve sünnete aykırı bir husus varsa, söyleyin ondan vazgeçelim” buyurması, istikâmetin bu yoldaki ehemmiyetini ifâde eder. Dolayısıyla bu yolun sâliklerine gereken, aynı hassâsiyeti göstererek bu tertemiz yola leke düşürmemektir. Ancak burada ulemâ ile kasdedilen, sâlih âlimlerdir, yoksa «ulemâ-i bi’s-sû’» denilen kalbleri ve ilimleri fesâda uğramış olup Hak yoluna ters hareket eden, ihlâs ve takvâyı hiçe sayan, Allah dostlarının fazîletlerini inkâr eden ve Kur’ânî ifadeyle az bir dünyâlık karşısında Allâh’ın âyetlerini satan gâfiller değildir.

KERÂMET

Birgün mürîdleri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden kerâmet istemişlerdi. Buyurdular ki:

“–Bizim kerâmetimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan daha büyük kerâmet mi olur?”

Ardından tasavvufta mühim olan hususun kerâmet değil istikâmet olduğunu bir kez daha hatırlatarak şöyle buyurdular:

“–Bir kimse bir bahçeye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip: «Ey Allâh’ın velîsi merhabâ!» diye seslendiğini duysa, zâhiren de bâtınen de bu sese aslâ iltifât etmemeli! Bilâkis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyâdeleşmelidir.” Bunun üzerine bazı müridleri:

“–Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de sizden de zaman zaman kerâmet zâhir olmakta!..” dediler. O büyük tevâzû âbidesi:

“–O müşâhede ettikleriniz, mürîdlerimin kerâmetleridir.” buyurdu.

Çünkü o öyle bir mahfiyet (hâlini gizleme) içerisindeydi ki, hayatta iken söz ve kerâmetlerini yazmak isteyen mürîdi Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’a müsâade etmemişti.

Düstur:

İslâm büyükleri, Hak yolunda kendilerine dâimâ kerâmeti değil istikâmeti düstur edinerek nâil oldukları yüce makâmlara erişebilmişlerdir. Onlar, kerâmet sâyesinde havada uçan kuşun, suda yüzen balığın sahip olduklarından daha fazla bir değer kazanmadıklarını dile getirmişlerdir. Yine onlar, yegâne mârifetin, kuş ile balığın yaptığını taklide yönelmek değil, Hakk’ın rızâsına râm olarak yüksek bir kulluk şuuru içinde istikâmet üzere yaşayabilmekte olduğunu, her vesîle ile ifâde etmişler ve bunu hâlleriyle de göstermişlerdir.

GÂFİL KALBLERİN TESİRİ

Hicrî 1340 senesinin mübârek bir gününde İstanbul Ayasofya Câmii’nde Kur’ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf ziyâfeti vardı. Câmî, mahfellerine kadar doluydu. Ulemâ ve talebeler câmîde idi. Zamanın güzîde hâfızları Kur’ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okumaya başlamışlardı.

Beylerbeyili Âdil Bey isminde, mânevî hâl sahibi ve keşfi açık bir zât da kürsüye yakın bir yerde oturmuş dinliyordu...

Biraz sonra Âdil Bey’e mânevî bir daralma hâli geldi. Sıkıldı, bunaldı. Oysa içinde bulunulan o mânevî atmosferde Kur’ân ve mevlid okunurken böyle bir gönül daralmasının olmaması lâzımdı. Âdil Bey, merakla etrafına baktı. Gördü ki, tam karşısında kasvet-i kalbe mübtelâ bir gâfil var; farkında olmadan göğüs göğüse karşı oturuyorlar. Böylece o kasvetli ve gâfil kalbden kendisine daralma aksettiğini anlayan Âdil Bey, hemen yerini değiştirdi, böylece biraz ferahladıysa da, tesirini bir müddet gideremedi.[2]

Kıssadan Hisse:

Sâlih kimselerden gönüllere huzur ve ferahlık aksettiği gibi, gâfil kimselerden de huzursuzluk ve kasvet akseder. Zîrâ gül bahçesinde dolaşan kalbler, binbir râyiha ile mest olurlarken, teressübat (pislik) civârına düşen ruhlar da teaffün eden (kokan) kötü kokularla bunalırlar. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak, gönülleri çürümüş ve etraflarına dâimâ kötü tesir bırakan münkirler husûsunda:

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.” (el-En’âm, 68) buyurmaktadır.

Bu ilâhî emirdeki inceliği kalbî hassâsiyete sahip olan has kullar daha iyi anlarlar. Zîrâ kalbdeki hassâsiyet arttıkça ölçüler derinleşir, bakışlar perdenin arkasındaki gerçekleri görmeye başlar, hisler herkesin fark edemediği oluşları sezer. Buna bir misâl olarak Seyfi Baba’nın şu hâli pek ibretlidir:

Sâmi Efendi Hazretleri’ni pek seven Hak dostlarından Seyfi Baba, keşfi açık, hâl sahibi bir zâttı. Topkapı’da oturuyordu. Birgün Sâmi Efendi -kuddise sirruh-’u ziyârete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu içeriye buyur edip üstâdın huzuruna iletecek olan kişi telaşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra:

“Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdâhale etti:

“–Yok oğlum! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip içerideki rûhâniyete nâil olunca da gönlüm o tesirlere dayanamadı. Buradaki mânevî iklîmin bereketi ve ârifler sultanı Sâmi Efendi’nin himmetiyle birazdan hiçbir şeyim kalmaz.” dedi.

Hâsılı gâfillerden nasıl menfî tesirler zuhûr edip kalbi daraltıyorsa, sâlihlerden de müsbet ve feyizli tesirler hâsıl olup gönlü ferahlatmaktadır. Bu bakımdan gönül erbâbı, hâllerini muhâfaza için mümkün olduğu kadar gâfillerden uzak, sâlihlere yakın olmalıdır. Bu meyanda Hazret-i Dâvûd -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakk’a zaman zaman şöyle ilticâ eylerdi:

“Allâh’ım, beni gâfillerin meclisine yönelmiş görürsen, daha oraya varmadan ayaklarımı kır ki, onların yanına gidemeyeyim. Böyle yapman, benim için büyük bir lutuf olur.”

DOSTUN KAPISI

Ebû Saîd Nişâburî Hazretleri bir gün talebelerine:

“–Binitleri hazırlayın, kasabaya gidiyoruz.” dedi.

Hazırlıklar yapıldı ve Hazret-i Pîr, bir grup talebeyi de beraberine alarak yola koyuldu. Nişâbur’da bir köye vardıklarında sordu:

“–Bu köyün adı nedir?” Cevâben:

“–Der-i dost, yâni dostun kapısıdır.” dediler. Bunun üzerine Ebû Saîd -kuddise sirruh- orada konaklamaya karar verdi. Bir günlük misafirlikten sonra bazı talebeleri:

“–Efendim, hani kasabaya gidecektik; yolumuza devam etmeyecek miyiz?” dediler. Gönlü mânevî sırlarla dolu Ebû Saîd Hazretleri de onlara:

“–Âşığın, dost kapısına ulaşabilmesi için çok yollar katetmesi gerekir. Biz mâdem ki buraya, yâni bu “dost kapısı”na ulaştık, artık nereye gidelim?” buyurdu.

Kırk gün orada kaldı. Birçok mânevî hâller yaşandı ve köy halkından pek çok kimse Ebû Saîd -kuddise sirruh-’un mübârek ve feyizli sohbetleriyle tevbeye nâil olup, onun sâdık talebeleri oldular. İşte Hazret-i Pîr’in “dost kapısı” olarak kasdettiği asıl mânâ bu idi, yâni gönüller fethetmek... Zîrâ dostun rızâ sarayının kapısının açılması, ancak oraya kazanılmış bir gönül götürebilmekle mümkündü.

Hisse:

Bir gönül kazanarak dost kapısını aralamak, bütün bağrı yanık, âşık Hak dostlarının en büyük fârikası ve kendilerini yüce vuslata hazırlayacak amel-i sâlihler zincirinde bir muhabbet düstûru olmuştur. Bu cümleden olarak Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, mes’ûl olduğu irşâd vazîfesini öyle hassas ve öyle müstesnâ bir gayret içerisinde yapardı ki, talebelerinin her hâliyle alâkadar olurdu. Hazret-i Pîr, bir kimseyi ziyârete gittiğinde onun hâlini hatırını sorduktan sonra âile efrâdını, akrabâlarını, binek hayvanlarını, hattâ tavuklarını bile sorardı. Böylece o kişinin gönlünü kazanmaya çalışırdı. Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, hazırlayanlara o yemekten bizzat kendisi ikrâm ederdi.

İTAAT - HİZMET - NASÎHAT

Dâvud-i Tâî’nin sohbetine devam eden sâlih bir zât Mâruf-i Kerhî’ye:

“–Sakın amel işlemeyi terk etme! Zîrâ amel, seni Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına yaklaştırır.” dedi. Mâruf sordu:

“–Amel ile neyi kastediyorsun?” O zât buyurdu ki:

“–Her hâlükârda Rabbine itaat hâlinde olmayı; müslümanlara hizmet ve nasihatte bulunmayı...”

Sözün Özü:

İtaat ve teslîmiyet ile yapılan az bir ibâdet, itaatsiz ve teslîmiyetsiz yapılan dağlar kadar ibâdetten Hak katında daha hayırlıdır. Zîrâ kulluk, itaat ve teslîmiyetle başlar. Nitekim şeytan yüce dergâhtan ibâdet eksikliği dolayısıyla değil, itaat ve teslîmiyet noksanlığından ötürü kovulmadı mı?

Hizmet ise, bütün peygamberlerin ve evliyâullâhın sarıldıkları öyle bir fazîlettir ki, o büyük şahsiyetler, hastalık hâllerinde, hattâ ölüm döşeklerinde dahî hizmeti elden bırakmamışlardır. Bu durum, hizmete nasıl sarılmak gerektiğini ifâde husûsunda ehl-i irfân için kâfî bir misâldir. Kısaca hizmet, merhametli ve cömert gönüllerin şiârıdır.

Olgun mü’min, hizmet ehlidir ve fânî varlığından sıyrılmış bir hâlde kendisini hizmet kervânının en gerisinde kabul eden bir gönül neferidir. O, dertlilerin ve hastaların yanında, mâtemlilerin civârında, ümitsizlerin başucunda, muzdarip ve yalnız kalmışların dostluğundadır.

Nasîhatte bulunmaya gelince, bu ancak ehline âit bir keyfiyettir. Zîrâ yapılan tavsiye, yaşandığı nisbette tesir eder. Bu sebepten herkesin nasîhatte bulunması doğru değildir. Buna liyâkatli olanların, yâni bu hususta nebevî üslûp ve ahlâka bürünmüş kimselerin nasîhat etmeye salâhiyetleri vardır. Bununla birlikte bu salâhiyete nâil olduğu hâlde bundan kaçınmanın mes’ûliyet ve hesâbı büyük olur. Çünkü hadîs-i şerîfte:

“Dîn nasîhattir.” buyrulmuştur. (Buhârî, Îmân, 42)

Bunun içindir ki, nasîhati terk etmek, Asr Sûresi’nde bir hüsrân sebebi olarak beyân edilmektedir. Tabî ki, nasîhat dinlememek de bu mânânın içerisindedir. Yâni bir hüsran sebebidir.

Hâsılı Hak yolunun sâlikleri itaat, hizmet ve nasîhati kendilerine vazgeçilmez bir düstûr edinmeli ve bu ebedî saâdet vâsıtalarıyla Hakk’ın rızâsını tahsîle gayret göstermelidir.

MAHLÛKÂTA HİZMET

İstanbul Aksaray’daki Vâlide Câmii’ni yaptırmış olan Pertevniyâl Vâlide Sultan vefat ettiğinde, kendisini sâlih bir kimse rüyâsında güzel bir makâmda gördü ve sordu:

“–Yaptırdığın mâbed dolayısıyla mı Allah seni bu makama yükseltti?” Pertevniyâl Vâlide Sultan:

“–Hayır.” dedi. O sâlih zât şaşırarak:

“–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye ulaştın?” diye sordu. Vâlide Sultan şu ibretli cevabı verdi:

“–Çok yağmurlu bir havaydı. Eyüb Sultan Câmii’ne ziyârete gidiyorduk. Yol üzerinde kaldırım kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:[3]

«–Git, şu kediciği al; yoksa zavallı boğulacak!..» dedim. Bacı ise:

«–Aman Sultânım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip getirmek istemedi.

Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi.

Allah Teâlâ bu yüce makamı, işte o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana ihsân eyledi.”

Kıssadan Hisse:

İnsan rûhunun ulaşacağı olgunluk semâsına çıkış yolu, merhamet ve hizmet basamaklarından geçmektedir. Bu bakımdan her müslüman hizmet ve merhameti kendisinin bir tabiat-i asliyesi hâline getirmeli ve onun en fârik vasfı bu olmalıdır.

HAK DOSTLARINDA NEZÂKET

Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- anlatır:

“Bir hac mevsiminde idi. Muhterem Üstâd Sâmî Efendi Hazretleri ve evlâtları Mekke-i Mükerreme’de Beytullâh Mescidine yakın, Türkistanlı Abdüssettâr Efendi’nin, Ciyâd semtindeki evinde idik. Efendi Hazretleri’nin odası, sokağa karşı, refikleri olan bizlerin ise içe doğru idi.

Bir öğle vakti, bulunduğumuz odanın kapısına teşrîf ettiler ve:

«–Dışarıda birisinin gâlibâ yemeğe ihtiyacı var!» buyurdular.

Fakir, hemen verilecek yemekleri hazırlayıp kapıya çıktığımda kimseyi göremedim. Beklemeyip gittiğini tahmin ederek geri döndüm. Sekiz on dakika geçmişti ki, Efendi Hazretleri tekrar kapıda göründüler:

«–O muhtaç tekrar geldi; içeriye bakıyor!» buyurdular.

Tekrar yemekleri alıp kapının önüne çıktığımda, dilini dışarıya çıkarıp içeriye bakan hayvancağızı, yâni acıkmış köpeği gördüm. Hemen yemekleri olduğu gibi önüne boşalttım. Çok acıkmış olacaktı ki, hepsini yeyiverdi.”

Kıssadan Hisse:

İşte büyüklerin nezâket ve tevâzuu böyle olur. Sâmi Efendi Hazretleri, köpeği cins ismiyle çağırmamış, «kişi» tâbirini kullanmıştı. Hattâ çok zaman hayvanlara bile “mahluk/yaratık” yerine, “Allâh’ın kulu” tabirini kullanırlardı.

Çünkü yaratandan ötürü yaratılanlara gösterilen ahlâk güzelliği, hakîkatte Yaratan’a arz edilmiş, O’na candan bağlı bir gönül, yâni kalb-i selîm güzelliğidir.

Kalb-i selîme erişen ise, dostluğun bitmez tükenmez kaynağına erişmiştir. Artık o, ilâhî bir lezzet hâlindedir. Çünkü selîm kalbler, Hakk’ın tecellî ettiği mekânlardır. Öyle kalbler, cömertliğin ve merhametin şâheseridir.

HUZURDA İRÂDE

Son devir mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin “beşerî irâde”yi, yâni cüz’î irâdeyi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in huzûr derslerine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Fermân yerine getirilerek Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî huzûr dersine dâvet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda Hazret, şöyle cevap verir:

“Kulda cüz’î bir irâde elbette mevcuttur. Mes’ûliyetin kaynağı da budur. Ancak herkeste ve her zaman değil. Meselâ ben elbette cüz’î bir irâde sâhibiyim. Lâkin pâdişâhın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. Demek ki burada irâdem -belli bir hususta- yok hükmündedir. Aynı şekilde pâdişâhın huzûrunda bulunduğumdan dolayı yapabileceğim hareketler de sınırlıdır. Bâzı kimseler de aynen bu misâlde olduğu gibi dâimî bir sûrette Rab’lerinin huzûrunda bulunduğunun idrâki içinde yaşarlar. Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu halde pek çok kimse, kendilerini sâdece namazda huzûr-ı ilâhîde kabul ederler. Hâlbuki belli bir mânevî mertebeye yükselmiş olanlar, her an huzûr-ı ilâhîde bulundukları idrâki ile yaşarlar. Böyle kimselerde cüz’î irâdenin var sayılıp-sayılmayacağını varın siz takdîr edin.” demiş ve bu cevap pâdişâhın hoşuna gittiğinden, Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramda bulunmuştur.

Sözün Özü:

Kul, bir irâde sâhibidir. Bu irâde veya kudret, ona Cenâb-ı Hak tarafından bahşedilmiştir. Allah Teâlâ’nın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayırdadır. Bir hocanın gâyesi, talebesinin bilgi ile mücehhez olup sınıf geçmesidir. Talebe çalışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır. Hasta, verilen reçeteyi tatbîk etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes’ûldür. Doktora herhangi bir cürüm isnâd edilemez.

Diğer taraftan irâdeyi, huzûrunda bulunduğumuz zâta teslîm etmek, teslim edilen şeyden daha fazlasının ihsân edilmesine vesîle olur. Yâni bir kul, ihlâs ölçüleri içerisinde kendi bakışını, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nazarına, ellerini O’nun sonsuz yed-i kudretine, dilini O’nun sonsuz kelâm sıfatına, kulaklarını O’nun nâmütenâhî işitmesine teslim ederse, bakış, duyuş ve idrâk edişi bambaşka olur. Yâni verdiklerinden aslâ mahrum kalmaz. Bilâkis her teslim ettiği şey, sonsuzluğun içinden kendisine nice ebedî nasiplerle döner. Bunun içindir ki, dâimâ huzûr-i ilâhîde bulunduğunun idrâki ile yüce irâdesine teslim olabilen sâlih kulları hakkında Cenâb-ı Hak, hadîs-i kudsîde mecâzen:

“Onların gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum...” buyurmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 38)

EDEB

Dâvud-i Tâî şöyle anlatmıştır:

“Yirmi yıl Ebû Hanîfe Hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında dikkat ettim, ne yalnızken, ne de yanında birileri varken başı açık olarak oturduğunu ve istirahat maksadıyla ayaklarını uzattığını hiç görmedim. Kendisine:

«–Yalnızken ayağını uzatmanda ne mahzur var?» dedim.

Bana:

«–Cenâb-ı Hak karşısında edepli olmak daha efdaldir.» dedi.”

Sözün Özü:

Bir sultânın veya yüksek mevkide bir kimsenin huzûrunda olanlar dışarıda davrandıkları gibi davranamaz ve bulundukları yer ve makama uygun tavırlar sergileyebilmek için gayret gösterirler. Yâni birinin huzûrunda olmak, ona münâsip bir edebe bürünmeyi gerektirir. Ehlullâh da her an Allâh’ın huzûrunda oldukları idrâkiyle yaşadıklarından, edebi aslâ terk etmezler. Bundan dolayı bu edeb hâli onların bütün hayatlarına şâmildir. Zîrâ onlar her zaman ve mekânda yüce yârin huzurunda olduklarını perdesiz olarak gören ve delilsiz olarak hisseden ârif gönüllerdir. Yâni onlar:

“Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) sırrının âşinâları olarak her anlarını Allâh ile beraberliğin şuuruyla yaşarlar.

Demek istiyoruz ki; bazıları, kendilerini sadece namazlarda Allâh’ın huzûrunda hisseder ve bu hissediş onları hiç olmazsa namazın erkânı ölçüsünde bir edebe sevk eder. Ehlullâh ise her an bu duygu ve düşünce içinde olduklarından onların namaz dışındaki hâlleri ve edepleri de aynen namazdaki gibidir. Nitekim böylelerini tebcîl sadedinde:

(O namaz kılanlar) ki namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23) yâni namazlarını ihmâl etmemenin yanında devamlı namaz hâli içinde olurlar, buyrulmuştur. Bu da namazları ihmâl etmemenin yanında, namaz dışında bile devamlı o huzur hâlini muhafaza etmeyi ifâde eder.

HİZMETTE EDEB

Ebû Abdullâh Rugandî buyurur:

“Sakın sana verilen herhangi bir hizmeti küçük görme! Çünkü, hizmet hizmettir ve sana ehemmiyetsiz görünen bir hizmet -çeşitli sebeplerle- Allah katında çok ehemmiyetli olabilir. Allâh’ın rızâsının hangi hizmette bulunduğu, bizim için bir meçhuldür! Onun için murâdına, yâni Allâh’ın rızâsına ulaşıncaya kadar her türlü hizmete devam et. Bu arada nâil olduğun nîmetler ve mazhariyetler de, sadece şükür ve hizmetini artırsın.”

Sözün Özü:

Mühim olan bir hizmeti sadece yapmak değil, aynı zamanda onu ihlâsla ve en güzel bir şekilde îfâ edebilmektir. Dolayısıyla hizmete talip olanların da maksatları hizmet etmiş olmak değil, Allâh’ın rızâsına erişecek davranışlarda bulunabilmek olmalıdır. Yoksa sırf başkasının, yâni kendisine makam, mevkî ve menfaat getirecek kimselerin gözüne girmeyi temin edecek hizmetleri yapıp da bunun dışında kalan nice hizmetlere arkasını dönmek, bir ebediyyet iflâsıdır. Böyleleri zâhiren birilerinin gözüne girer, lâkin Cenâb-ı Hakk’ın rahmet nazarı onların üzerinden kalkar ve gazab-ı ilâhî tecellî eder. Zîrâ hizmette mühim olan husus, bu âlemde fânîlerin nazarında göz kamaştırıcı neticeler elde etmek değil, kişiyi âhiret âleminde mâneviyat sultanı eyleyecek amel ve hizmetler ortaya koyabilmektir.

Bu itibarla sâlik, her türlü hizmeti kendisine ganîmet bilmelidir. Olabilir ki, herkesin küçük gördüğü bir hizmet içinde yerlere ve göklere sığmayacak kadar büyük ecir ve ilâhî mükâfatlar gizlenmiştir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, talep ettiğimiz nice deryâları, ihlâs ve samîmiyet imtihânı için bazen bir damlanın içinde gizler ve gönüllerin neye yöneldiğine nazar eder.

İLLÂ EDEB

İbn-i Atâ -kuddise sirruh- şöyle der:

“Bu mânevî yolda terakkî edenler, sırf namaz ve oruç gibi farz ibâdetlerle bu yüceliğe ulaşmış değillerdir. Aksine bunları eksiksiz ve kusursuz bir şekilde îfâ etmeye ilâveten, fazîletli ameller ve davranışlarla yükselmişlerdir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

«Kıyâmet günü bana en yakın olanınız, huy ve ahlâk olarak en güzel olanınızdır.» buyurmuşlardır.” (Tirmizî, Birr, 71)

Sözün Özü:

Şâir ne güzel söyler:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan

Giy ol tâcı emîn ol her belâdan

Bir ârif şâir de şöyle der:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb

Her hüner makbûl imiş, illâ edeb illâ edeb

Hakîkî edeb ve ahlâk kahramanı olanlar, peygamberler ve velîlerdir. Bir de, bu zevâtı tâkip etmesini bilenlerdir ki, onlar, yüce bir ahlâka sahip olma irâdesini gösterirler. Ahlâkın esası, dînin olgunluğundan ayrı bir şey değildir. Ahlâk, hayvânî vasıflardan kurtulup insânî meziyetlerle ziynetlenmektir. Gerçekte müslüman olmak da, İslâm ahlâkına sahip olmaktır. Ulvî güzellikleri, hâl ve davranışlara taşıyabilmektir.

Hâsılı akıl ve hikmet nazarı ile bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm’de en büyük ve esaslı yer tutan mevzuun edeb ve ahlâk olduğu görülür. Ondaki târihî kıssalar dahî ahlâkı, yâni davranış mükemmelliğini telkin maksadıyladır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kalbim: «–Îman nedir?» diye aklıma sordu. Aklım da kalbimin kulağına eğilerek: «–Îman edebden ibârettir.» diye fısıldadı.”

“Onun için edepsiz kimseler, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz. O, belki edebsizliği yüzünden bütün dünyâyı ateşe vermiş olur.”

BİR HAK DOSTUNUN AHLÂK VE HİZMETİ

Ahmed er-Rifâî Hazretleri her gördüğü şahsa selâm verirdi. Bir köy veya kasabada birinin hasta olduğunu duysa, ilk fırsatta ziyaretine giderdi. Bir yolculuk esnasında karşılaştığı âmâların ellerinden tutar, gidecekleri yere kadar götürüverirdi. Bir ihtiyarla karşılaşacak olsa, elindeki yüke yardım eder ve etrafındaki dostlarına Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfiyle nasihatte bulunurdu:

“Kim bir ihtiyara hürmet ve yardım ederse, Allah Teâlâ da ona, ihtiyarlığında hürmet ve hizmet edecek bir kimseyi ihsân eder.” (Tirmizî, Birr, 75)

Şehir dışına yapmış olduğu seyahatlerden dönüşte, ormana gider, odun keser ve merkebine yükleyerek şehre getirir; bu odunları dullara, çaresiz, fakir ve muhtaçlara dağıtırdı.

Mecnun ve kötürümlerin hizmetlerine koşar, elbiselerini temizler, birlikte oturur, onlarla sohbet eder, yemeklerini kendi elleriyle getirir ve yedirirdi. Sonra da onlardan duâ etmelerini isterdi. Müridlerine de:

“–Bu gibi âcizleri ziyaret müstehab değil, vâcip!..” derdi.

Birgün çocuklar oyun oynarken yanlarından geçmişti. Birkaç çocuk, Ahmed er-Rifâî Hazretleri’nin mânevî heybetinden korkup kaçtı. Hazret-i Pîr, derhal arkalarından koştu ve büyük bir şefkat ve muhabbet içerisinde onları bağrına basıp gönüllerini fethetti ve:

“–Evlâtlarım! Görüyorsunuz ki, ben de âciz bir kulum! Sizi endişelendirdiysem hakkınızı helâl edin!” diye onlardan bir de özür diledi.

Velhasıl:

Hakk’ın rızâ ve vuslatının tahsîl edildiği mârifetullâh yolu, bembeyaz bir sayfaya benzer. Öyle ki, oraya yazılan bütün yazılar da bembeyazdır ve bunları yalnız Hak Teâlâ okur. Bu bakımdan ehlullâh, bir ömür boyu o sayfaya kara bir leke damlamaması için çırpınırlar, öyle ki bir karıncayı dahî incitmekten çekinirler ve rızâ-yı ilâhîye nâiliyet için ahlâk ve hizmetlerini dâimâ tertemiz bir hâlde Hakk’a arz ederler. Zîrâ Cenâb-ı Hak buyurur:

Muhakkak ki Allah, tevbe edenleri ve tertemiz olanları sever.” (el-Bakara, 222)

FÂNÎLER DEĞİL BÂKÎ OLAN BİLSİN!

İslâm târihinin ilk yıllarında Medîne-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak ederlerken o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medîne-i Münevvere Hazret-i Alî -radıyallâhu anh-’ın torunu Zeynel Âbidîn Hazretleri’nin vefâtı ile çalkalandı. Herkes derin bir mâteme büründü.

Bu peygamber evlâdına karşı son vazîfeler îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, ehl-i beytten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi:

“–Zeynel Âbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.”

Kıssadan Hisse:

Amellerini sırf Hak Teâlâ’nın rızâsı için yapanlar, onları, ifşâsı harâm olan bir sır gibi halktan gizlemeye çalışırlar. Zîrâ Hakk’a âit olduğu hâlde halka arz edilen amellerde Allâh’a götürecek hiçbir fazîlet kalmaz. Çünkü onları ucub ve gurur başta olmak üzere binbir türlü nefsâniyet kaplar. Dolayısıyla Hak yolunda yapılan her salih amel, «Fânîler değil, Bâkî olan bilsin!» düşüncesiyle olursa makbûldür ve böyle fiillerin ecir ve mükâfâtlarını yazmaya ne kalemler kâfî gelir, ne de mürekkep yetişir.

Samîmî ve fedâkâr hizmetlerle Allâh’ın kullarını memnûn etmeye gayretli olurken nefsini değil, Hakk’ı râzı edebilen isimsiz ve gerçek kahramanlara ne mutlu!

KİMSEYİ HOR GÖRME!

Rivâyet edilir ki:

Birgün İsâ -aleyhisselâm-, İsrailoğulları’ndan sâlih zannedilen bir kimse ile şehir dışına çıkmıştı. Halk arasında fâsıklığıyla meşhur günahkâr bir adam da büyük bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat için mola verildiğinde bu günahkâr kul, samîmî bir nedâmet ve mahcûbiyet hâli içinde, gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi olan Hak Teâlâ’nın yüce affına sığınarak:

“–Rabbim! Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye duâ eyledi.

Salih zannedilen kişi ise, onu fark edince küçümsedi, hakîr gördü ve ellerini semâya kaldırıp:

“–Allâh’ım! Yarın kıyâmet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme!” diye ilticâda bulundu.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Îsâ -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti:

“–Yâ Îsâ, kullarıma söyle; ikisinin de duâsını kabul ettim. Boynu bükük mücrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın sâlih zannettiği kişiye gelince, onu da, benim affettiğim kulumla beraber olmak istemediği için cennetliklerden kılmadım.”

Kıssadan Hisse:

İlâhî lânet ve gazaba uğrayanların dışında her ne sebeple olursa olsun Allâh’ın kullarını istihkar (hor-hakir görmek), kalbin bir cinâyetidir. Bu cinâyeti işleyenlerse, ilâhî muhabbetten uzak, taş kesilmiş nasipsiz kalblerdir. Esasen bir kimse, başkasını küçümseyip hor görmekle onu alçaltmaktan ziyâde, kendini alçaltıp perişân etmiş olur. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Birinin, din kardeşini hor ve hakîr görmesi, ona günah olarak yeter.” (Müslim, Birr, 32)

Şâir ne güzel söyler:

Harâbât ehline hor bakma zâhid,

Defîneye mâlik vîrâneler var!

KİMSEYİ AYIPLAMA!

Hamdun Kassar -kuddise sirruh- buyurur:

“Düşe kalka giden bir sarhoş gördüğünde dikkatli ol, sakın onu kınama! İhtimâl ki, sen de aynı belâ ile müptelâ olabilirsin!”

Sözün Özü:

Tasavvufî anlayışta; irşadda merhamet ve şefkat vardır; ayıplamak, hor görmek ve muhâtabı rencide etmek yoktur. Zîrâ Cenâb-ı Hak kulunun, kudretinden bir sır olduğunu beyan buyurmaktadır. Bu sebeple günâhkâra bakış tarzı olarak, çamura düşmüş bir cevheri zâil olmaktan kurtarma düşüncesi asıldır... Hor görmek ise, zâyi olan cevheri ikinci kez zâyî etmektir! Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, kulların bu hatâya düşmemeleri için âyet-i kerîmede:

“Ey müminler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin; olur ki (onlar) kendilerinden daha hayırlı olabilirler! Birtakım kadınlar da (başka) kadınlarla (alay etmesinler!). Belki (onlar da) kendilerinden daha hayırlıdırlar...” (el-Hucurât, 11) buyurmuş ve kulların günâhlarını mîzân etme husûsunu kendine münhasır kılarak insanların bu dâirenin içine girmelerini yasaklamıştır.

Diğer taraftan başkalarını ayıplayıp duran ve hor hakîr görenlerin de aynı cürüm ve hatâ çukuruna düştükleri, çoğu zaman müşâhede edilmiş ve bu durum:

“Gülme komşuna, gelir başına!” şeklinde bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.

YETİMİ SEVİNDİRMEK

Serî-i Sakatî şöyle anlatıyor:

“Bir bayram günü Mâruf-i Kerhî’yi sokaklarda hurma çekirdeği toplarken gördüm. Bu çekirdeklerle ne yapacağını sordum. Dedi ki:

«–Şurada küçük bir çocuğun ağladığını gördüm. Yanına yaklaşarak niye ağladığını sorduğumda, yetim olduğunu, arkadaşlarının elbiseleri gibi elbiseleri ve onların oyuncakları gibi oyuncakları olmadığını söyledi. Tekrar ağlamaya başladı. Hâli yüreğimi dağladı. Onun için bu hurma çekirdeklerini topluyorum. Bunları satacağım ve o çocuğun istediği elbise ve oyuncakları alacağım...»

Bu sözler benim de yüreğimi dağladı ve Hazret-i Pîr’den ricâ ettim:

«–Müsâadeniz olursa, ben o çocukla ilgilenirim, gönlünüz rahat olsun!» dedim. Sonra çocuğu alıp ihtiyaçlarını karşıladım.”

Bu güzel amel-i sâlih bereketiyle nâil olduğu hâli, Serî-i Sakatî, şöyle ifâde eder:

“Gönlümde bu hizmetin bereketiyle öyle bir nûr peydâ oldu ki, onunla bambaşka hâllere mazhar oldum ve nice mânevî lezzetler tattım...”

Kıssadan Hisse:

Yetimi sevindirip onlara sahip çıkmak, dînen çok teşvik edilen ve mükâfatı büyük bir amel-i sâlihtir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu husustaki şu vaadi, âşık gönülleri mest edecek bir muhtevâdadır:

“Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimse ile ben cennette şöyle yanyana bulunacağız.”

Hadîsin râvîsi Mâlik bin Enes, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı gibi işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42)

Bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona bir sevap vardır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 250)

Hadîs-i şerîfte işâret edilen yetimin başını okşamaktan maksat, onun maddî ve mânevî her meselesiyle yakından ilgilenmektir.

DOSTLUK

Sehl bin İbrâhim şöyle anlatıyor:

İbrâhim bin Edhem’le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun üzerine İbrâhim bin Edhem, elindeki bütün her şeyi benim sıhhatim için harcadı. Sonra iyileşmeye başladım. Bir ara kendisinden, canımın çektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından merkebini satıp arzumu yerine getirdi. Sıhhate kavuştuğumda bir yere gitmek için merkep lâzım oldu ve:

“–Ey İbrâhim, merkep nerede?” diye sordum. İbrâhim bin Edhem:

“–Sattık.” dedi. Sıhhatim yol yürümeye müsâit olmadığı için:

“–Peki ama şimdi ben neye bineceğim?” dedim. O ârifler sultânı:

“–Sırtıma bineceksin, kardeşim!” dedi ve beni üç konak mesâfesi boyunca sırtında taşıdı.

Kıssadan Hisse:

İzzet ve ikramla dolu, güzel ve iyi günlerde herkes dosttur. Ancak asıl dostluklar zor günlerde ortaya çıkar ve değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Bu bakımdan velâyet sırrı, nice kötülüklerle dolu şu dünyâ günlerinde Allâh’a, Rasûlü’ne ve sâlih mü’minlere dost olmak ve onlarla dost kalabilmektedir.

Diğer taraftan bilhassa ihtiyaç içindeki mü’min kardeşlere yapılan ferâgât ve fedâkârlık, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbeder. Çünkü Cenâb-ı Hak, kullarına karşı sonsuz bir rahmet ve merhamet sahibidir ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i de âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Şefkat ve merhamet ehline Rahmân olan Allah da merhamet eder.” (Ebû Dâvud, Edeb, 58)

DOSTLUKTAN MAKSAT

Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri bitip ayrıldıklarında Abdullah bin Mübarek içli içli ağlamaya başladı. Bu hâle şaşıran dostları:

“–Neden ağlıyorsun? Seni böylesine mahzun eden şey nedir?” diye sordular.

O kadri yüce Hak dostu, bir iç çekti ve nemli gözlerle:

“–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hâllerini düzeltemedim. O bîçârenin ahlâkını güzelleştiremedim. Düşünüyorum ki; acabâ benim bir noksanlığımdan ötürü mü ona faydalı olamadım? Şâyet o, benden kaynaklanan bir hatâdan dolayı istikâmete gelmediyse, yarın hâlim nice olur!..” dedi ve hıçkırıkları boğazında düğümlenmiş bir vaziyette ağlamasına devam etti.

Kıssadan Hisse:

Dostluklar dâimâ mânevî açıdan faydalı bir maksat üzerine binâ edilmelidir. Buna göre sâlihlerle dostluk ve ülfet, onlardan istifâde için; sâlih olmayan ve hattâ noksanlıkları bulunan mânen zayıf kimselerle dostluk ve ülfet ise, onlara faydalı olabilmek için olmalıdır. Zîrâ mânevî faydadan uzak ve sırf gafletle tesis edilmiş dostluklar, iki dünyâyı da mahvedecek bir zarar demektir. Ve bu zararın en hafifi dahî:

“Kır atın yanında duran, ya huyundan ya suyundan!” meselince bir âkıbet yaşatır.

Diğer taraftan noksan ve eksiği bulunan kimseleri istikâmete yöneltirken takip edilecek üslûp, menfî bir netice karşısında onları rencide etmek değil, acaba bende bir kusur var mı, diye önce kendi nefsini muhâsebe etmektir. Zîrâ eğer bizden kaynaklanan hatâlar ve eksiklikler dolayısıyla muhâtabımızı doğru yola sevk edememişsek, bunun hesap ve vebâli çok ağır olur. Gâye, perde olmak değil, perdeleri açıp hakîkati gösterebilmektir.

TAM TESLÎMİYET

Rivâyetlerde bildirildiği üzere Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderdiği zaman ona şöyle buyurdu:

Firavun’a git; çünkü o iyice azdı...” (Tâhâ, 24)

Mûsâ -aleyhisselâm-, âile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse bulunmadığından:

“–Yâ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, «muhafaza edenlerin en hayırlısı» olduğunu hatırlatarak şöyle buyurdu:

“–Ey Mûsâ! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.

Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Anan seni denize attığı zaman seni kim kurtardı? Bundan sonra seni anana tekrar kim kavuşturdu? Sen hani, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun seni aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhâfaza etti?..”

Mûsâ -aleyhisselâm- bu söylenenleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda:

“SEN, SEN, SEN YÂ RABBÎ!..” diyordu.

Kıssadan Hisse:

Elbette ki Mûsâ -aleyhisselâm- bütün peygamberler gibi teslîmiyetin zirvesinde idi. Ancak peygamberler insanlara birer örnek şahsiyet olduğundan Cenâb-ı Hak, bizler için mühim olan bazı hususları onlar üzerinde tecellî ettirir ve böyle durumlarda nasıl davranacağımıza işâret buyurarak gönülleri irşâd eyler. Nitekim bu kıssada da anlatılmak istenen, bütün âlemlerin sahibi ve Rabbi olan Allah Teâlâ’nın emirleri karşısında hiçbir beşerî mâzeretin geçerli olmayacağını beyandır. Çünkü O’nun emrini yerine getirmeye azmedenlerin ihtiyaç duyacağı her türlü yardım, ihsân ve muhâfazaya yegâne kâdir O’dur. Eğer kul ihlâs ve samîmiyetle Hakk’ın rızâsına râm olarak emirlerini îfâya gayret gösterirse, O’nun her hâlükârda kendisine yâr ve yardımcı olduğunu müşâhede eder. Nitekim o Hâfız-ı Mutlak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’un sarayında büyütmüş, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı Nemrûd’un ateşleri ortasında gülistâna garketmiş, Ashâb-ı Kehf adı verilen sâlih gençleri üç yüz küsur sene bir mağarada uyku hâlinde zâlimlerin şerrinden muhâfaza etmiş ve Muhammed Mustafâ -aleyhissalâtü vesselâm-’ı da nice tehlikelerden sıyânet etmiş, husûsiyle Sevr Mağarası’nda O’nu, düşmanlarının gözlerinden gizlemiştir. Şâir ne güzel söyler:

Kimseden ummam inâyet, hâfızım olsun Hudâ,

Ben tevekkül eylerem: «Fallâhü hayrun hâfizâ»[4]

Seyrî

MÜMİNİN DUÂSINI ALMAK

Mâruf-i Kerhî’nin oruçlu olduğu bir gün idi. İkindi vaktine yakın pazardan geçerken bir sakanın (sucunun):

“–Bu sudan içene Allah rahmet ve bereketi ile muâmele eylesin!” diye duâ ettiğini gördü ve icâbet edip orucunu bozdu. Yanındakiler:

“–Efendim, orucunuzu niçin bozdunuz?” dediler. Mâruf Hazretleri:

“–Sakanın duâsındaki berekete nâil olmak istedim.” buyurdu. Vefâtından sonra kendisini rüyâda görüp sordular:

“–Allah sana nasıl muâmele etti?” Cevap verdi:

“–Sakanın o hâlisâne duâsı bereketiyle Rabbim beni bağışladı. Bana merhametle muâmele buyurdu.”

Kıssadan Hisse:

Gönlü Allâh ile beraber olan nice garipler vardır ki, bazen onların duâları nâfile ibâdetten daha müessirdir. Ancak ifâde etmeli ki, daha mühim bir fazîlet dolayısıyla bozulan nâfile oruçlar, sonradan kazâ edilmelidir. Zîrâ artık vâcip hükmündedir. Burada anlatılmak istenen husus, ehemmi (daha önemliyi) mühimme tercih edebilmektir. Çünkü an gelir nice küçük görülen şeylerde pek büyük faydalar bulunabilir. Diğer taraftan vîrâne hâlindeki bazı yerlerde nice definelerin gizli olabildiği gibi, kullar arasında da zâhiren vîrâne olup bâtınen mücevher olan niceleri mevcuttur ki, bunlara karşı gâfil olmamak lâzımdır.

Şair ne güzel söyler:

Her geceyi kadir bil, her gördüğünü Hızır;

Bak dîdâr sana nâzır, sekiz cenneti hazır!..

Seyrî

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir.

Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Onlar da katı kalbli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân, 9; Müslim, Cennet, 47)

BİR MECZÛB VE GÖNÜL İLÂCI

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ilâç yaparken rastladığı bir hekime:

“–Ey tabib! Sende benim hastalığıma da ilâç var mı?” dedi. Hekim sordu:

“–Hastalığın nedir?” Bâyezîd Hazretleri:

“–Günah hastalığı...” cevabını verdi. Hekim ellerini iki yana açarak:

“–Ben günah hastalığının ilâcını bilmem.” dedi. O esnâda orada bulunmakta olan meczûb bir genç söze karışıp:

“–Baba, senin hastalığının ilâcını ben biliyorum.” dedi. Bâyezîd Hazretleri de sevinçle:

“–Söyle ey delikanlı!” dedi. Halkın meczûb gördüğü, ancak hakîkatte bir ârif olan genç, günah ilâcını şöyle tarif etti:

“–On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfâr yaprağı al! Bunları kalb havanına koy! Tevhîd tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..”

Bunları dinleyen Bâyezîd-i Bistâmî, içini çekti ve:

“–Senin gibi âriflere mecnûn diyerek kendilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!..” dedi.

Kıssadan Hisse:

Bir kul için halkın nazarından ziyâde Hakk’ın nazarı evlâ olduğu zaman kemâlât ve irfân yolları açılır. Artık onun bakış, duyuş ve hissedişi bambaşka bir sır ve derinlik arz eder. Böyle kullardan kimisi Veysel Karânî olur da halk ona gâfil bir hâlde mecnûn deyip durur. Fakat aslında o, Allah ve Peygamberi‘nin husûsî dostluklarına mazhar olmuştur.

Diğer taraftan bu kıssa, «Sâlihlerle beraber olunuz!» (el-Tevbe, 119) ilâhî emrindeki bereketi aksettirir. Ârif olan gençte görüldüğü gibi, cümle sâlihlerden sudûr eden gönül reçeteleri de nice mânevî hastalıklara şifâ bahşederek kalbleri zinde ve pâk bir şekilde Hakk’a bağlar. Burada Bâyezîd-i Bistâmî’nin diri ve âgâh bir kalbe sahip olduğu hâlde gönül ilâcı istemesi, kendisindeki tevâzuun bir tezâhürü olması yanında sohbet ettiği hekimin gönlünü tedâvî içindir.

YÜZLER VAR MELEK GİBİ

Merhum Sâmî Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vâsıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmî Efendi ve Mûsâ Efendi’ye ilişti. Şaşkın bir şekilde durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi:

“Allah Allâh, ne garip dünya! Yüzler var melek gibi... Yüzler var Nemrut gibi...”

Velhasıl:

Bu hâdise de gösteriyor ki, Allâh’a dost olmanın alâmeti, O’nun ilâhî nûrunun gönülleri ve çehreleri münevver kılmasıdır. Kısaca evliyâullâh, görüldüğünde Allâh’ı hatırlatan müstesnâ sîmâlardır. Çünkü yolları, Allah yoludur. Onlar hakîkat kervanının yüce rehberi Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı üzeredirler. Nitekim O’nun bir hâli de, harfsiz ve sözsüz bir şekilde sadece sîmâsıyla bile Allâh’a davetçi olmasıydı. Öyle ki, yahûdîlerin seçkin ulemâsından Abdullah bin Selâm, O’nun gül yüzünü gördüğünde:

“–Bu yüz yalancı yüzü olamaz!” diyerek sadece bu sebeple îman etmişti. (Tirmizî, Kıyâme, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 451)

Bu itibarla her kul, yürüdüğü, gezdiği, dolaştığı her yer ve mekânda müsbet veya menfî, etrafına devamlı olarak sözsüz bir şekilde, yâni hâli ile bir şeyler söyler, binbir intibâ bırakır ve -dikkatli yahut dikkatsiz- sayısız bakışlara muhatap olur. Kimbilir nice tanımadığı ve tanışmayacağı kimseler onun oturuşunu, kalkışını, konuşmasını, bakışlarını ve davranışlarını, yâni hâlini seyrederek beğenir ve kendi fıtratına uygun bularak örnek alıverir.

Bilmelidir ki kâinât, ilâhî neşvenin kaynağıdır. İnsan denen bu güzel muammâ, ilâhî neşvenin hârika tecellîsidir. İlâhî neşvenin muhtevâsındaki sâlihler ve kâmiller, hiçbir zaman mâzi olmayan insanlardır; zîrâ onlar, insanlığa numûne bir ömür sürmeleri neticesinde hayatları cesetlerinden sonra da devam eder.

HAYIRDA KALBÎ DURUM

Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- anlatıyor:

“Sâmi Efendi Hazretleri ile yolculuk yapıyorduk. Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek kendisinden sigara parası istedi. Bazı yol arkadaşlarının sükûtî muhâlefetlerine rağmen:

«–Madem ki istiyor, vermek lâzım!» dediler ve isteyenin dileğini yerine getirdiler. Buna memnun olan fakîr, niyetini değiştirip:

«–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.» diyerek sevinçle oradan uzaklaştı.”

Kıssadan Hisse:

Sırf Allah rızâsı için yapılan davranışlar, muhatapların kalblerine tesir eder ve onların ahlâkını güzelleştirir. Onun için yapılacak hayırlarda muhâtabın kalbî durumundan çok, bizim kalbî durumumuzun mühim olduğunu unutmamak gerekir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:

“(Vaktiyle) bir adam:

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi. Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı:

«–Hayret! Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben mutlaka bir sadaka daha vereceğim.» dedi. Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk:

«–Olur şey değil! Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye dedikoduya başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka bir sadaka daha vereceğim.» dedi. (O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defâ da bilmeden) bir zenginin eline koydu. Ertesi gün halk:

«–Bu ne iştir! Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı. Adam:

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamdolsun.» dedi. (Bu ihlâsı üzerine) uykusunda o adama:

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe belki yaptığından vazgeçip iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78)

Dolayısıyla sadaka veren, Rabbine şükür hâlinde olmalıdır. Çünkü sadakanın tesiri, verenin ihlâsına göre tecellî eder.

ARŞ-I A’LÂYA ÇIKAN AMEL-İ SÂLİH

Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin hizmetine bakan mürîdi birgün ona:

“–Biraz et pişirdim; buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruh-, önüne konan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Mürîd, durumlarının yerinde olmadığını izhâr sadedinde içini çekip:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden mürîd:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip şöyle buyurdu:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, Arş-ı Âlâ‘ya çıkar!..”

Kıssadan Hisse:

Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsız ise, yüksek rûhlar için de insanlara acımamak, ıztırap ve çileler karşısında duygusuz kalmak, öyle imkânsızdır. Merhamet, bütün âleme yaygın ilâhî bir cevherdir. Hak dostlarının yüreği ise, merhametin bitmez tükenmez hazînesidir. Onların nazarında nefsi besleyen fânî rağbet ve alâkaları bir kenara bırakıp rûhu besleyen güzel davranışlarla amellerini ebedîleştirenlerin elde edeceği kazanç, hem ebedî hem de daha güzeldir. İnsanın bu dünyâda elde edeceği en kıymetli kârlar da sadece böyle amel-i sâlihlerdir. Diğer kazançlar ise, tek tek geri verilen geçici emanetlerdir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

Rasûl-i Ekrem’in âilesi bir koyun kesmişlerdi. Birçok infaktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan geriye ne kaldığını sordu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Desene (yâ Âişe), bir kürek kemiği hariç hepsi bizim oldu!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâme, 33)

DÂİMÂ HAKK’I FARK

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır:

“Bir gün gözümün önünde bir nûr peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken nûrdan bir ses geldi:

“–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle memnûnum ki, bundan sonra sana haramları helâl eyledim.” dedi. Ancak hitap biter bitmez ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhi’l-la‘ne- olduğunu anladım ve:

“–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nûr, benim için ebedî bir zulmetten başka bir şey değildir.” dedim. Bunun üzerine şeytan:

“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben bu şekilde yüzlerce kimseyi yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.

Ellerimi ulu dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir fazlı olduğu idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim. Cemaatten bu hâli dinleyen birisi sordu:

“–Ey Abdülkâdir, onun şeytan olduğunu nereden anladın?” Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- cevap verdi:

“–Sana, haramları helâl kıldım, demesinden!...”

Kıssadan Hisse:

Her zaman ve mekânda Allâh’ın dînini bulanıklaştırmaya çalışanlar dâimâ mevcut olagelmiştir. Lâkin bu faaliyetin had safhaya ulaştığı demlerde her mü’min için fârûkıyyet, yâni hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hayır ile şerri ve güzel ile çirkini birbirinden ayırt edebilme lüzûmu daha büyük bir ehemmiyet kazanır. Bugün, yukarıdaki kıssanın başka tecellîleri yaşanmakta ve birçok kasıtlı -güyâ- ilim erbâbı, İslâm’ın helâllerini harâm, harâmlarını helâl hâle getirme gayreti içinde cemiyete zarar vermeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin firâsetli davranışı ve fârukıyyet sıfatı hepimiz için büyük ehemmiyet arz etmektedir. Esâsen Geylânî Hazretleri’nin düstûru gâyet açıktır: Cenâb-ı Hak, peygamberine vermediği bir hakkı başkalarına aslâ vermez. Helâl ve harâmın, doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ne olduğunu peygamber değil de, şeytan ve onun insanlar içindeki bilgili geçinen uzantıları mı daha iyi bilir? Aslâ... Cenâb-ı Hakk’ın böyle gâfillere hitâbı çok serttir:

(Ey Rasûlüm! Şunlara) de ki: Siz, dîninizi (Allâh’ın gönderdiği dîni) Allâh’a mı öğretmeye kalkışıyorsunuz?” (el-Hucurât, 16)

BANA KERÎM LÂZIM

Bâyezid-i Bistâmî şöyle anlatır:

Birgün Dicle Nehri’nden karşı tarafa geçecektim. Yanına varınca Dicle’nin iki yakası, bana yol vermek için birleşti. Derhal kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

“Andolsun ki, ben, buna kanmam. Zîrâ sandalcılar bir adamı yarım akçeye geçiriyorlar. Ama sen, otuz senelik amelimi istiyorsun! O hâlde mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi aslâ burada yarım akçeye verip ziyan edemem. Bana Kerîm lâzım, kerâmet değil!”

Hisse:

Nefse hoş gelen bir fiil olarak kerâmet, gerçek Hak dostlarının büyük bir hassâsiyetle üzerinde durdukları bir meseledir. Zîrâ kerâmeti bir kenara koyup bir anlık zorluğa katlanmanın bedeli, ya geçici bir yorgunluk ya da üç-beş kuruş masraf veya kulların gözüne meçhul kalmaktır. Ancak kerâmete sarılmanın bedeli ise, bazen o âna kadar yapılan amel-i sâlihlerin tamamıdır ki, bu, insanı ebedî âleme eli boş götüren bir gönül iflâsıdır. Onun için bütün ârifler, Hakk’ın murâd etmesi müstesnâ, halkın rızâsını ve takdîrini kazanmak demek olan kerâmete aslâ meyletmemişler, dâimâ Kerîm olan Mevlâ’nın rızâsını tahsîle gayret etmişlerdir.

Bu meyânda evliyâullâhın büyüklerinden Sehl bin Abdullâh et-Tüsterî, ne güzel buyurur:

“Kerâmetlerin en büyüğü, kötü huyları, iyi huylarla değiştirmektir. Üstelik bazı kerâmetler, ağlayan çocuklara oyalansınlar diye verilen bir oyuncak gibidir. Bunu velîler değil, ancak gaflet erbâbı arzu eder. Onlar bununla oyalanır ve nicelerini de oyalarlar.”

Onun için her dâim en mühim mesele, Cenâb-ı Hakk’ın:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) buyruğunu îfâdır.

ÖNDE GİDENLERİN MESÛLİYETİ

Birgün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek:

“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi. Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukâbelede bulundu:

“–Ey İmâm! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zîrâ eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.”

Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine:

“–Şâyet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...” (Hâşiyetü İbn-i Âbidîn, I, 217-219, Dımeşk, 2000)

Hisse:

Hak yolunda ön saflarda bulunmak hem bereketli, hem de mes’ûliyetlidir. Zîrâ önde bulunanların, güzellikleri etraflarına tesir ettiği gibi yanlışlık ve çirkinlikleri de etrafları tarafından doğru telâkkî edilerek taklîd ve uygulanmak sûretiyle şuyû bulur. Onun için İmâm-ı Âzam gibi din büyükleri, verdikleri fetvâlarda bu hassâsiyete riâyetin yanında, yaşayışlarını da hep takvâ ölçüleri içinde sürdürmüşlerdir. Nitekim bir defasında elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlerken kendisini görenler sorarlar:

“–Yâ İmâm! Verdiğiniz fetvâya göre şu ufacık leke namaza mâni bir kir değil; ne diye zahmet çekip onu gidermeye çalışıyorsunuz?” Hazret-i İmam buyurur:

O fetvâ, bu takvâ!..” İşte büyük olsun küçük olsun, kullara ve Hakk’a karşı bütün mes’ûliyetleri ebedî âlemde birer memnûniyete dönüştürecek olan yegâne düstur!..

ALLÂH’IN DÂVETİNE İCÂBET

Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Koyun, insandan daha hassastır. Çünkü o, çoban seslendiğinde otlamayı bırakıp dikkat kesilir. Bu hakîkatten ibret almayıp da Allâh’ın dâvetine bîgâne kalan insana ne demeli?!.”

Sözün Özü:

Davetler çeşit çeşittir. Bir kimseye “gel” denildiğinde, çağıran sevmediği biri ise durum farklı, dostu ise daha farklı, annesi ise çok daha farklı, hele sevdiği biri ise bambaşkadır. Öyleyse Allâh’ın davetine icâbet, çok farklı bir gönül coşkusu içinde ve teslîmiyet neşvesi hâlinde olmalıdır. Bilhassa günde beş defa yerleri ve gökleri dolduran « حَىَّ عَلَى الصَّلاَةِ » (Haydi namaza!) davetine karşı gönlümüzdeki şevk ve heyecanımızın nasıl olduğunu Hakk’a bağlılık ve muhabbet terazîsinde dâimâ mîzân etmeliyiz. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Aklını başına al!.. Madem ki Cenâb-ı Hak seni taleb ediyor, bu isteğe karşı sen başını bile ayak yap da koş!..”

“Zîrâ O’nun gel demesi, insana yücelikler verir. Mânevî coşkunluk verir, sonsuz ihsanlar bağışlar, ebedî yaygılar yayar, yüce sofralar kurar.”

HELÂLİN EHEMMİYETİ

Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticâretle meşgul olan zengin talebelerinden birisi geldi ve zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sordu. Ebû Abbas -kuddise sirruh- da:

“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” dedi.

Aldığı bu cevapla hocasının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenen bir âmâ gördü. Gönlü ona ısındı. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verdi. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrıldı. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken gördü. Kulağına şu cümleler ilişti:

“–Dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhaneye gidip bir güzel demlendim...”

Bu durum talebenin canını sıktı, gönlünü daralttı. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına gitti. Hâdiseyi tam arz edecekti ki, Ebû Abbas onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külahının karşılığı olan bir akçeyi infak etmesi için kendisine uzatıp:

“–Önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi ver!” diye tembihledi.

Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi îfâ için oradan ayrıldı. Hocasının dediği üzere karşısına çıkan ilk kişiye bu akçeyi verdi. Ancak içini kemiren bir merakla o şahsı takibe koyuldu. Adamcağız, şehrin kenar semtlerinden birisine gitti ve bir harabeye girdi. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkartıp yere bıraktı. Tam oradan ayrılacaktı ki, talebe önüne geçip sordu:

“–Ey yiğit! Allâh için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik nedir?” Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce kekeleyerek şunları söyledi:

“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı!.. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Binbir ıztırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor: “Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!” diye niyaz ediyordum ki, sen gelip o akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek o yenemeyecek durumda olan kuşu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım...”

Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhal Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına geldi. Hazret-i Pîr, o henüz bir şey söylemeden şöyle buyurdu:

“–Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de dikkat ettiğin hâlde zekâtın, şaraba gitti. Zîrâ kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, aynı şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukabil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de, onun sırf el emeği ile kazanılmış olmasından, yâni helâlliğindendir...”

Kıssadan Hisse:

Her şey, müsbet veya menfî sahip olduğu husûsiyetlere göre değer kazanır veya kaybeder. Bu gerçek, helâl ve haram meselelerinde daha da bârizleşir. Onun için eskiler mal ve mülk hakkında:

“Haydan gelen hûya gider!” demişlerdir.

Bu, iki mânâya da gelir. Birincisi; “Hayy” olan Allah’tan gelen yine “Hû” olan Allâh’a gider, demektir. İkincisi de; havadan kazanılan, şüphe ve haramla karışık kazançlar da yine havaya/boşa gider, anlamındadır. Kısaca helâl helâle vesîle olurken, harâm da harâma sebebiyet verir. Nitekim bu hakîkati ifâde sadedinde Ebû Bekir Verrak Hazretleri bir sohbetinde:

“–Sabahları kalkınca insanlara bakarım; kimin helâl, kimin haram yediğini anlarım!” buyurdu. Sordular:

“–Bunu nasıl anlıyorsun?” Şöyle îzâh etti:

“–Her kim sabahleyin kalkar kalkmaz dilini boş laf, gıybet ve sövüp saymakla meşgul ederse, bilirim ki bu hâl, yediği haram gıdâdan kaynaklanmaktadır. Her kim de sabahleyin kalktığında dilini Allah Teâlâ’nın zikri, kelime-i tevhîd ve istiğfarla meşgul ederse, onun aldığı gıdâ da helâl yoldandır... Çünkü helâl de haram da, sahip oldukları özelliklere göre insanların fiillerine yansırlar...”

HELÂL KAZANÇ

Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle geçinen hayli servet sahibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin helâl dâiresi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:

“–Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.

Hafs da, malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs bin Abdurrahmân’a:

“–Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sordu.

Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmâm, helâl kazancının lekeleneceği endişesiyle, satılan maldan elde edilen kazancın tamamını sadaka olarak dağıttı. İşte onun bu takvâsı, maddî-mânevî ticaretine ziyâdesiyle bereket oldu.

Hisse:

Bir kimsenin temiz gönüllü, ihlâs sahibi ve ehl-i istikâmet olduğunu anlamak için onun, yaptığı ibâdetlerinden ziyade o ibâdetleri hangi kalbî seviye ve hâl ile yaptığına bakılmalıdır. Yâni bilhassa davranışlarının İslâm ahlâkına uygun ve kazancının helâl olup olmadığına dikkat edilmelidir. Bu meyanda Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir kimse medhedildiği zaman, onu öven şahsa, üç şeyi sormuştu:

“–Sen onunla hiç komşuluk, yolculuk, veya ticâret yaptın mı?” Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:

“–Öyleyse onu medhetmeyin, çünkü siz onu lâyıkıyla tanımıyorsunuz!” buyurdu. Onun için Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh-:

“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur. Bir gün kendisine:

“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:

“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.” cevabını vermiştir.

Ticarette helâlinden kazanmaya dikkat edip, ona haram karıştırmamanın ehemmiyet ve bereketini, merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- şu hâdise ile anlatırdı:

“Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Birgün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

«–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticâretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:

“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi. Şaşırdım:

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim. O hassas ve zarif insan:

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim...” dedi. Ben:

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:

“–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarîf, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.»”

Bu hikmetli kıssalar, helâl kazanç ve haram meselesi husûsunda ne kadar titiz ve ihtiyatlı olmamız gerektiğini pek bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır. Zîrâ helâl kazanç, takvânın temel esaslarındandır. Buna binâen hadîs-i şerîfte:

“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir; nebîler, sıddıklar ve şehidlerle beraberdir.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Büyû, 4)

Çünkü nebîler, sıddıklar ve şehitlerle beraberlik vasfını kazanan gönlü hassas bir tüccar, etrafı için huzur ve berekete vesîle olurken, kendisi için de dünyevî ve uhrevî iki saâdete de mazhariyet elde eder. Ancak dünya ihtirâsına mağlup olanlar, bu âlemde saltanat sürer gibi görünseler de, sonsuz âlemin ebedî birer sefîli ve yoksulu olmaktan kendilerini kurtaramazlar.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Öyle bir zaman gelir ki, kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)

Hâsılı, hadîs-i şerîfte işâret edilen gafletlerin fazlaca zuhûr ettiği ve gönüller haramları terk etmeye çalışsa da, onların gönülleri bırakmadığı günümüzde, helâle riâyet edebilmek, en mühim mesele ve en büyük ibâdettir.

Bu büyük ibâdeti îfâ ederek Allâh’ın emrine itaat, teslîmiyet ve rızâ hâlinde bulunabilen kalbler, dikenlerin arasından sıyrılıp renk renk açmaya mazhar olan güller misâli, birer hayır ve feyiz menbaı olurlar. Bunun aksine, haram ve şüpheli şeylere dalmış kalbler de, güllerin aksi olan dikenlerin arasına katılıp binbir kötülük kaynağı ve hattâ ahlâksızlık yuvası hâline gelirler.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Bed’u’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111. [2] Kılınan namazın tesiri, kalblerin durumuna göredir. Mâûn Sûresi’nde Cenâb-ı Hak: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazlarında gâfildirler. Yaptıkları ifllerde de riyâkârdırlar.” buyurmaktadır. Bu bakımdan mescidlerde de gâfil yâni kalben hasta kimselerin, hattâ münâfıkların bile bulunması tabiîdir. [3] Vâlide sultanların yanında Sudan’lı zenci kadınlar çalıflırdı. Bunlara sarayda “bacı” denirdi. Sudanlılar temiz, nâmuslu, iffetli oldukları için Osmanlılar, sarayda hizmetkâr olarak özellikle onları istihdâm ederlerdi. [4] Yûsuf, 64: "Allah en hayırlı muhafaza eden ve koruyandır."

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları