Dergâh Kapısına Nasıl Gidilir, Ne ile Girilir?

Tasavvuf

Benlik çıkmadan girilmez, eskiyle gelinmez… Bu kapı, kendini bırakıp gelenlerin kapısıdır. Aziz Mahmud Hüdâyi’den Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’ye uzanan teslimiyet yolculuğunun incelikleri yazımızda.

Dergâhın kapısına yaklaştıkça heyecanı daha da artmıştı. Uzun süren gelgitlerin sonunda derviş olmaya adaydı.

DERGÂH KAPISINA NASIL VE NE İLE GİRİLİR?

“Nasıl gidilir?” diye sormuştu da “edeple gidilir” diye cevap almıştı. Edepte hata yapmamak için son derece dikkatli davranıyordu. Dergâhın kapısının önünde eski ve tecrübeli bir derviş onu karşıladı. Gelişinden ve ahvalinden maksadı aşikârdı. Sebebini değil ahvalini sordu. “Ne getirdin?” Bu soruyla irkildi. Zira hediye getirmesi gerektiğini bilmiyordu. “Elimdeki içi boşalmış çıkınımdan başkaca bir şey yok. Yalnız geldim” dedi. “Çıkının sende kalsın. Kendini getirdin mi?” diye sordu kapıdaki derviş. “Evet, ben yalnız geldim” dedi mahcup bir edayla...

“Bu kapıya böyle gelenler içeri giremez. Girse de nasibini alamaz ve eli boş çıkar. Buraya kendini orada bırakıp gelenler alınır” dedi. Ne dediğini şimdi daha iyi anlamıştı. Gözleri ışıdı, sesini mutlu bir haz kapladı. “Ben buraya yalnız başıma geldim. Yola çıkmadan herkesle vedalaştım. Hatta kendimi bile uzaktaki köyümde bıraktım da geldim. Buraya bensiz ve ruhumla geldim sadece” dedi. Kapı önünde muhabbetle kucaklaştılar ve içeri girdiler.

Geçmişinle Değil, Teslimiyetinle Gel

İslam dairesine girişin ilk anahtarı “Lâ ilahe illallah” demektir. Allah'ın varlığını ve birliğini kabul edecek bir Müslüman, geçmişe ait tüm izleri silerek başlar. Eski tanrılar ve onların her türlü izi silinip öylece gelinir. İslam, “Biraz senden biraz benden, biraz eskiden biraz yeniden” diye bir uygulamayı hiç kabul etmedi. Mekke müşriklerinin isteği üzerine nazil olan Kâfirun suresinde kesin çizgiler çizildi. “Biz, sizin tapındığınız putlara asla ibadet etmeyiz. Siz de -bu halinizle- bizim Rabbimize ibadet etmiş olamazsınız.”

Mekke şirk toplumu için ölmüş atalarıyla övünmek çok önemli bir değerdi. Bu nedenle Mekke müşrikleri hep “ya dedelerimize ne olacak?” diye merak ettiler. Çünkü onlar için dedelerinin yani geçmişin cehenneme gidecek olması büyük bir eksiklikti. Allah sallallâhu aleyhi ve sellem’in dedelerinin cehennemlik oluşunu söyleyemeyeceğini düşünüyorlardı. “O da bizim içimizden yetişti. Dedelerini feda edemez” diye hayal ediyorlardı. Ama bekledikleri cevabı alamadılar.

İçlerinde biriktirdikleri egoları vardı. Allah Rasûlü’nden “Tamam, biz senin yanına gelelim ama köleleri bizden uzak tut” diye bir istekte bulundular. Kalıpları Huzur-u Nebeviye gelse de ruhları ayrı bir yerde duracaktı. Ancak onların geçmiş duygularını canlandıracak, geçmişi yaşatacak hiçbir istek kabul edilmedi.

Bursa kadısı olan Aziz Mahmut Hüdâyi Hazretleri dergâha gelince “Her şeyini bırak da gel” dediler. Önce kaftanını çıkardı. Görevinden ve ona her türlü imtiyazı sunan, yetkiler bahşeden unvanlarından soyunup geldi. Bu arınma bile yeterli olmadı. Muhtemelen üzerinden çıkardığı görevlerin tozu gönlünden çıkamamıştı. Kalanları da temizlemesi için Bursa sokaklarında ciğer sattırdılar. Yüzü; önce kızardı, sonra da ağardı. Hem de asırlar sürecek bir arınma ve arındırma ile…

Mevlana Halid’i Bağdadi hazretleri dönemin medreselerinde meşhur bir müderristi. Hayatının akışını değiştirecek farklı işaretlerin neticesinde o da bir gönül erinin yolunu tuttu. İlmi kariyerini bırakıp sade bir Müslüman olarak girdi dergâha ve gönle. Dergâhta ve dergâhın ana direği olan gönül erinin yanında insanın cahili sevilmezdi. İlim sevilip âlime değer verilirken ilmin gururundan hep kaçılır ve evlatlarına bu konuda uyarılar yapılırdı. Zira ilmi beynine koyanlar sadece “bilgili / malumatfuruş” olurdu. Kalbe inince ruhu şekillendirir ve “arif” olurdu. İlim sahibi olunacak ama ilim, sahibine gizli veya açık gururu vermek yerine tevazuu öğretince değer bulacaktı. İlmiyle gururlanmamayı başarınca değerli olunurdu. Öyle de oldu. Hatta bir ara tuvalet taşlarını temizleme gibi zor bir görevle denendi. Tuvalet temizlemek, nefsin verdiği gurur ve enaniyet kirini temizlemekten çok daha kolaydı. Eski müktesebatının ona verdiği her türlü imtiyaz ve övüncü terk edince maksat hâsıl oldu ve menzile ulaştı.

Allah için tahsil edilmiş ilimler bile bazen gönlün üzerinde bir “ben de bilirim, biz de bu ilimleri boşuna tahsil etmedik, söyleyecek sözümüz bizim de var...” çıkışlarına ve varlık(!) gösterme girişimlerine neden olabilir. Hele ki “bana göre…” diye başlayan cümleler, “fakire sorarsanız der ki…” diye başlayan cevaplardan hız ve haz açısından çok farklıdır.

Aşk, eskiyi unutup yenide kaybolmaktır. Evlenen gençlerin huzuru da eskiye ait birikim, alışkanlık ve hislerini bir kenara bırakıp yenide kaybolmanın içinde gizlidir. “Ama benim babam… Abim hep şöyle derdi… Annemin yemekleri…” diye başlayan cümlelerin oradaki huzur ortamını dinamitlediğini hepimiz biliriz. Evlendiği eve eskiye ait olan ve kendisine özel duran çok şeyi getirenler, çatışma yaşıyorlar.

Teslimiyet adı verilen aşkın diğer boyutu, fena makamına ererek benliği terk edebilme mertebesidir. İşin lezzet ve olgunlaşma noktası da burasıdır. Kim, nerede ve kimin için fena makamına erişirse oradan besleniyor. Böylesi bir fena anlayışı, O’ndan gelenin sorgulanmasına bile tahammül edemez ve her duruma razı olur. Var olana razı olanlar; geçmişte kazandıklarını unutan ve onun dışındaki her şeye müstağni kalabilenlerdir. 

Bu aşkı en güzel açıklayanlardan birisi de merhum Eşrefoğlu Rumi’nin şu dizeleridir.

Cihanı hiçe satmaktır adı aşk

Döküp varlığı gitmektir adı aşk

*

Elinde sükkeri ayruğa sunup

Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk

*

Belâ yağmur gibi gökten yağarsa

Bâşını âna tutmaktır adı aşk

*

Bu âlem sanki oddan bir denizdir

Âna kendini atmaktır adı aşk

*

Var Eşrefoğlu Rumî bil hakikat

Vücûdu fâni etmektir adı aşk.

Kaynak: Haşim Akın, Altınoluk Dergisi, Sayı: 473