Değişen Âile Yapısı İle Neleri Kaybediyoruz?

Aile Hayatımız

Geleneksel âilelerde amca, dede, nine, yenge gibi ikinci dereceden akrabaların da aynı hânede yaşadığı “geniş aile tipi” görülmektedir. Geniş ailede, âile düzenini sağlayan şey, âile büyüklerinin geleneklerden aldıkları güçleridir. Bu güç, genç yetişkinlerin hareket alanlarını daraltmakla beraber onlar açısından güven verici bir mâhiyet de arz etmektedir.

Oysa çekirdek âilede roller biraz değişmiştir. Erkek hâkimiyetine dayanan, buyrukçu (otoriter) bir ilişki sürdürülmez. Erkek önderliği devam etse bile, “danışma” ve “uzlaşma” artmıştır. Bu ise, eşlerden, bencilliklerden sıyrılmayı, olgun iki insan gibi davranmayı gerektirir. Aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözmek, sadece kendilerine kalmaktadır. Kimsenin desteğine, aracılığına güvenmezler, güvenemezler. Çıkan problemlerinde; haklıyı haksızdan ayıran âile büyüklerini hemen yanlarında bulamayacaklardır.

Gelişmiş toplumlarda boşanmaların hızla artışı, aile müessesesinin sarsıldığının en temel işaretidir. Yapılan evliliklerin birer “imzalı sözleşme” durumuna inmiş olması, üzerinde düşünülüp araştırılma yapılması gereken en önemli konulardan birisi hâline gelmiştir. Evliliklerde saygı, sevgi, bağlılık, vefâ, fedâkârlık ve bir hayat boyu birlikte olma ideali kaybedilmiştir.

KONU-KOMŞU YARIŞTA

Evlere elektrik, havagazı, çamaşır makinesi, buzdolabı, fırınların girmesiyle, kadınların işi kolaylaşmıştır. Ama bu kolaylıklardan faydalanabilmek için daha fazla kazanmak gerekmiştir.

Babalarla birlikte anneler de hızla çalışma hayatına girmiş, ev dışında gelir getiren işlere yönelmişlerdir. “Daha çok kazanmak, daha çok tüketmek, daha gösterişli yaşamak” toplumda yer edinmenin, saygı görmenin bir aracı hâline gelmiştir. Önce “komşudakini alma” yarışı, ardından “komşuda olmayanı elde etme yarışı” başlamıştır.

Ancak modern insan, sahip olduğu bunca rahatlık ve kolaylık arasında bir türlü istediği tatmin ve güvene kavuşamamıştır. Eşya, onun ruhundaki boşluğu kapatmaya yetmemiştir.

KADINLAR "BEN BURADAYIM" DİYOR

Kadının kocasına tam boyun eğmesi, her şeyine katlanması kuralı büyük bir darbe almış; kadınlar da “ben buradayım!” demeye başlamıştır. Kocanın baskı ve otoriteyi sağlamak üzere yöneldiği dayak, karalama ve aşağılama toplum tarafından hoş görülmez olmuştur.

Eskiden, yalnız kadından beklenen saygı, yerini “karşılıklı sevgi ve saygı” kuralına bırakmıştır. Kadın haklarının artması ve artan eğitim sonucu, evin kadını, erkeğin âilevî ihtiyacını karşılayan, yemek pişirip çocuklarına bakan kişi olmaktan çıkmış, ev işleri azalmasa da evdeki değeri yükselmiştir. Bütün bunlar, toplumda yeni bir âile modeli ve yeni münâsebetleri doğurmuştur.

Bu ve benzeri, psikolojik danışmanların sözleri, belki bilimsel olabilir ve toplumun fotoğrafını bir nebze yansıtabilir. Ancak genel olarak “kuru” ve “katı” genellemelerden ibarettir. Bir de bu gerçekleri, başka bir formatta vermeyi deneyelim:

“Seneler, seneler sonra, bütün sözlerin mahremiyet yaşmağını yırtıp, üryan yalnızlıklara düştüğü bir gün, yüreğinin tam üzerinde sakladığı son mektubu çıkarıp sonundaki üç noktayı okşarcasına seyrederek sevgilisine şöyle demişti…”

TELEVİZYONLA YAŞADIĞIMIZ DEĞİŞİM

A.Turan Alkan’ın yukarıda geçen “üç nokta”yla anlatılan aşklar çok değişti. Değişen yalnızca sevgi ve aşkın anlatılması değildi. Az sözle çok şey anlatmak değişmiş, çok görünenler arasında sevgiyi seçip ayıklamak kalmıştı. Önce radyo ile başka gönüllerin aşkı itirafı, hayat şekline şahitlik edildi. Sonra televizyonla işitilenler görülmeye başlandı. Önce görülenler renksizdi. Ama başka hayatlara duyulan merak, ilgiyi artırdı. Televizyon renklenince merakın cazibesi attı. Başka dünyalar, hayran hayran izlenir olmaya başladı. Tâ uzaklardaki farklı, renkli dünyalar hayal edildi; ilgi çekti ve kendi hayatlarıyla hep kıyas getirdi.

İnsana; ekranda gördüğü kıyafet, koltuk, kanepe, konuşma şekli hep farklı, gösterişli ve câzip geldi. Ekranda izlenen, sadece ilgi çekmedi. Gördüğünü yapan insan için gördükleri model oldu, örnek oldu.

Fark etmeden yavaş yavaş farklı köyde, farklı şehirde, farklı ekonomik gelirde olan renkli hayatlar, rengini beğenmez oldu. İnsanlar, evlerinin baş köşesine konan, büyük bir özenle korunan, tozu alınan, dantalle süslenen televizyonla hayatlarını birleştirmişti.

KİŞİ GÖRDÜĞÜNÜ YAPTI İZLEDİĞİNİ KONUŞTU

Kişi gördüğünü yaptı, izlediğini konuştu. Bir anda sınırlar, farklı özellikler kalktı; bunun yerine aynılaşan, birbirine benzeyen hayatlar gelmeye başladı.

Evler sustu, ekranlar konuştu. O “örnek” (!) hayatlara ulaşmak için çok para kazanmak lâzımdı.

Sabah sokaklara dökülen, rengi solmuş insanlar arttı. Radyo, televizyon, derken telefon hayata girdi. Renkli fotoğraflarla, her yere, her şeye yakındı insanlar…

Sonra “Tıkla ve yakala!” devri başladı, internet hızıyla bilgiler arttı. Kolaylıkla birlikte zorluklar hayata aktı. “Ekrana bağımlı olma” diye bir şey çıktı. Onsuz olamayan, sadece onunla hayata bağlanan insanları duymak çok şaşırttı. Herkes her bilgiyi okudu, öğrendi, ama neyi, ne kadar öğrendiği hiç bilinemedi. Herkes öğrendi, ama öğrenenlerin ne kadarı adam oldu hiç anlaşılamadı. İnternetle yapılan işler, zihnin sınırlarını çok zorladı. Evler onunla döşendi. Eşler oradan beğenildi. Ticaret yapıldı, para kazanıldı ya da kaybedildi.

Mahrem hayatlar herkes tarafından görünür oldu. Yediklerini, gördüklerini, sevdiklerini, beğendiklerini cümle âlem görünce, “Kendini değerli hissetme” hastalığı gelişti. Son yılların bulaşıcı olan bu hastalığında teşhis, tedaviden kolaydı. Ama kimse tedaviye yanaşmadı.

ŞİFANIN KAYNAĞI

Görünür kaldıkça, tıklanıp beğenildikçe, “Sanal mutluluk” devam ettikçe; insanlar bedenin içindeki küçücük et parçasını unuttular. Oysa o et parçası, bağımlılıkları tedavi eden, ruha huzur veren, şifânın kaynağıydı.

Ve Allah’ın sözü vardı: “Kalpler, ancak Allâh’ı andıkça huzura kavuşur”du. (Bkz: er-Ra’d, 28)

Ailelerde, hayat şekli değişse de insan için, “kulluk ölçüleri” hiç değişmezdi. Her türlü değişen şartta da Allâh’ın sözleri yürürlükteydi. Kur’ân-ı Kerîm’in ölçüleri, herkes için her zamanda geçerliydi.

Yaşanan hayatlar değişmeye başlasa da değişmeyen tek şey, “fânî hayatın aktörü” olan insanın, hayatının bir gün son bulacağıydı. İnsan yapıp ettiklerinden sorumluydu.

Allah, kuluna şah damarından yakındı ve Allah kulunu, hiç mahzun, yalnız, kendi hâlinde ve garip bırakmadı. Rabbinden uzaklaştıkça garipleşen insan, dışarıyı renklendirdikçe, içindeki yalnızlığı arttırdı. Ve insan Rabbine yaklaştıkça, dışarısı rengini kaybetti. Hayat, kalbin rengiyle boyandı,. Huzur ve saadet içinde kanaate bulandı. Aklandı, özgür kaldı; ferahladı, şifâ buldu rahatladı.

Kaynak: Esin Tüccar, Şebnem Dergisi, Temmuz 2015, 125. Sayı