Çocuk Yetiştirme Konusunda Anne ve Babalara Tavsiyeler

İSLAM VE İHSAN

Her anne-baba için çocuğunun istikbâli mutlaka önemlidir. Bu istikbâl çoğu zaman dünyevî olarak algılansa da gerçekte bunun böyle olup-olmadığını yazıyı okuyunca karar verebilirsiniz.

Müʼminin en büyük kerâmeti; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesine itaat ederek, Allah rızâsı istikâmetinde bir hayat yaşamasıdır. Yani hayatının her safhasını, ilâhî emir ve nehiylere göre tanzim edebilmesidir. Zira Hakkʼın rızâsı, takvâ üzere bir kulluğa bağlıdır. Bu hususta noksanlıkları bulunmasına rağmen, kulun kendini kerâmet ehli, istikâmet sahibi veya müttakî bir müslüman olarak görmesi, ancak derin gafletinin bir ifâdesidir.

Zira İslâm, bizim sadece ibadetlerimizi değil, hayatımızın her sahasını tanzim etmektedir. Yani sırf namaz, oruç, zekât, hac ile Hakkʼa kulluğumuz kemâle ermez. Ticârî hayatta, âilevî hayatta, çocuklarımıza yaptırdığımız tahsil hayatında, komşuluk münâsebetlerimizde, topluma karşı sorumluluklarımızda da, müslüman şahsiyet ve karakterinin gerekli kıldığı vazifeleri yerine getirmeliyiz.

EVLATLARIMIZIN İSTİKBÂLİ

Meselâ, evlâdının iyi bir dünyevî istikbâli olsun diye, mânevî hassâsiyetlerin gözetilmediği, karışık, yani ihtilâtlı ortamlarda, dîninden ve ahlâkından tâvizler vermek pahasına tahsil yaptırmak, takvâ hassasiyetine sahip hiçbir anne-babanın tercihi olamaz. Zira bu nevî mâneviyatsız eğitimler, hem evlâtların, hem de sorumlulukları nisbetinde anne-babaların, gerçek istikbâlleri olan ebedî hayatlarını tehlikeye atar.

Yarın ilâhî hesap gününde insanı en çok müşkül durumda bırakacak hususlardan biri de, evlâtların anne-babalarından dâvâcı olmalarıdır. Onların âdeta;

“‒Yâ Rabbi! Annem-babam beni Kurʼân ve Sünnet terbiyesi altında yetiştirmediler. Beni uhrevî hakîkatlerden mahrum bıraktılar. İçine düştüğüm yanlışların en büyük sebebi, onların bu ihmalleridir.” diyerek şikâyet edecek olmalarıdır.

Nitekim âyet-i kerîmelerde;

“İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar!” (Abese, 34-36) buyrulmaktadır. Bu ise, kıyâmet gününde insanların, âile fertlerine karşı sorumluluklarının hesabı sebebiyle duyacakları, derin endişe hâlini tasvir etmektedir.

Velhâsıl evlâtlarımıza dünyevî istikbâl kazandırmak için mâneviyatsız eğitim yollarını göstermek, hem onların hem de kendimizin âhiretini ebedî bir felâkete çeviren hazin aldanışlardır.

Anne-babalara ilâhî bir emânet ve imtihan vesîlesi olarak lûtfedilen evlâtlar, Cennetʼe lâyık bir sâfiyetle dünyaya gelirler. Fakat anne-babalar, çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere uçururlar.

KUR'ÂN KURSLARI, İMAM HATİPLER VE ÂLİM ZÂTLAR

Bu bakımdan, çocuklarımızı ne kadar Kurʼân Kurslarından, İmam Hatip Okullarından, takvâ ehli âlim zâtların ilim ve irfânından istifâde ettirebildiğimiz hususunda, hâlimizi sık sık gözden geçirmeliyiz.

Günümüzde takvâ ölçülerinden en çok tâviz verilen hususlardan bir diğeri de, düğün-sünnet gibi merâsimlerde sergilenen gayr-i İslâmî tavırlardır.

Evlâtlarımızın yeni bir hayata adım attığı bu gibi cemiyetler; Kurʼân-ı Kerîm tilâvetleriyle, duâlarla, mânevî sohbetlerle, ağzı duâlı fakirlerin de çağrıldığı ziyafetlerle ihyâ edilmelidir.

Zira sünnetlerde yavrularımız, sahip oldukları İslâm kimliğini pekiştirmekte, düğünlerde ise yeni bir dünya evine adım atmaktadırlar. Hayatın bu kadar mühim dönüm noktaları, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini celbedecek merasimlerle karşılanmalıdır; ilâhî gazabı celbedecek nefsânî taşkınlıklarla değil…

HUZURLU ÂİLE

Maalesef günümüzde, mahremiyet hassasiyetinin zaafa uğradığı, daha ziyade varlıklı kimselerin çağrılıp fakir-fukarânın unutulduğu, âdeta israf çılgınlığına ve güç gösterisine dönüşen ve bir kıyafet defilesini andıran merasimlere sıkça rastlanmaktadır. Bunlar ise ilâhî rahmeti uzaklaştırıp gazabı üzerine çeken manzaralardır.

Huzursuzlukların ve boşanmaların her geçen gün arttığı bir devirde yaşıyoruz. Zira mânevî hassâsiyetlerden uzaklaşmak; Cenâb-ı Hakkʼın rahmet, inâyet ve lûtfundan mahrûmiyeti de beraberinde getiriyor.

Cenâb-ı Hak; fertte, âilede ve toplumda gerçek huzur ve saâdetin reçetelerinden birini, âyet-i kerîmede şöyle târif ediyor:

“Şüphesiz ki, Allâhʼın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) gizli ve açık infâk edenler, aslâ zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)

Âyette bildirilen “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” yani “aslâ zarara uğramayacak kazanc”ın ilk maddesi; “Kurʼân-ı Kerîmʼin tilâvet edilmesi”dir.

Yani Kurʼân-ı Kerîmʼi öğrenmek, öğretmek ve bu yolda emek sarf ederek, Kurʼân hizmetlerine destek olmaktır.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖZÜNDE KUR'ÂN TALEBELERİNİN DEĞERİ

Nitekim Peygamber Efendimizʼin açlıktan karnına taş bağlayıp iki büklüm hâldeyken bile terk etmediği en mühim hizmetlerinden biri; Kurʼân talebeleri olan “Ashâb-ı Suffe”yi yetiştirmek olmuştur. O Rahmet Peygamberi, Tâifʼte kendisini taşlayanlara bile bedduâ etmemiştir. Uhud’da mübârek dişi kırılıp, gül yüzünden kan sızarken bâzı sahâbîler:

“–Yâ Rasûlâllah! O kâfirler için bedduâ etseniz!” dediklerinde:

“–Allah Teâlâ beni, insanları çokça ayıplayan ve onlara lânet eden biri olarak göndermedi! Cenâb-ı Hak beni, herkes için çok çok duâ etmek ve insanlara rahmet olmak için gönderdi…” buyurmuştur.[1]

Fakat o Rahmet Peygamberi, Kurʼân muallimlerini şehîd eden bedbaht müşriklere, tam bir ay boyunca sabah namazından sonra bedduâ etmiştir.[2] Efendimizʼin bu hâli, müʼminler olarak Kurʼân-ı Kerîmʼe göstermemiz gereken hassasiyetin bâriz bir misâlidir.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ehl-i Kurʼânʼı dâimâ üstün tutmuş, bunu ümmetine de tavsiye buyurmuştur.[3]

Unutmayalım ki Fahr-i Kâinât Efendimiz, bizlere her yönüyle olduğu gibi, bilhassa Kurʼân hizmetlerindeki bu fedakâr gayretiyle de örnektir.

Âyet-i kerîmede buyrulan “aslâ zarar etmeyecek ticâret”in ikinci maddesi ise; “Namazın ikāme edilmesi”dir.

Yani namazı bir vazife savar gibi gelişigüzel kılıvermek değil, bilâkis onu kalp ve beden âhengiyle, huşû içinde edâ etmektir. Kâmil mânâda ikāme edilen bir namazda; bedenin kıblesi Kâbe iken, kalbin kıblesi de Âlemlerin Rabbiʼdir. Yine makbul bir namaz, kulu mîrâc ufkuna yükselten, secdeleriyle Rabbe yakınlık iklîmine götüren, muhteşem bir ibadettir. Cenâb-ı Hak da insan anatomisini, secdeye en müsâit şekilde yaratmıştır ki, kul çokça secde ederek Rabbine yaklaşabilsin.

Âyet-i kerîmede zikredilen “zarar etmeyecek ticâret”in son maddesi ise; “Allâhʼın lûtfettiği nîmetlerden, gizli ve âşikâr infâk etmek”tir.

Yani Allahʼtan geleni, yine Oʼnun rızâsı yolunda cömertçe sarf edebilmektir. İhlâsı muhafaza için; infâkı, mümkün olduğunca gizli yapmak tercih edilmelidir. Fakat âşikâr olarak infâk etmek zarûreti hâsıl olduğunda da kalbi, riyâ ve gösterişten korumak îcâb eder.

[1] Beyhakî, Şuab, II, 164/1447. Krş. Müslim, Birr, 87; Tirmizî, Deavât, 118.

[2] Bkz. Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297.

[3] Bkz. Vâkıdî, III, 1003.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Nisan, Sayı: 350, Sayfa: 032