Cenâb-ı Hakk'ın Kullarına En Büyük Nîmeti

İSLAM VE İHSAN

Ashâb-ı kirâmın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet tezâhürlerini, O’nun emir ve nehiylerine nasıl ittibâ ettiklerine ve O’nun nebevî ahlâkıyla nasıl ahlâklandıklarına bakarak müşâhede edebiliriz. Zîrâ seven, sevdiğini, sevgisi ölçüsünde taklîd edip O’na tâbî olur.

MUHTEŞEM BİR MERHÂMET ÖRNEĞİ

Allâh Rasûlü’nün âlemlere rahmet olup bütün yaratılmışlara şefkat ve merhamet nazarıyla bakışının, ona aşk ile bağlı olan sahâbîlerindeki tezâhürlerinden bir diğeri de şöyledir:

Ebû Abdurrahmân Cebelî şöyle anlatıyor:

Rumlara karşı vukû bulan bir sefer esnâsında Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- ile bir gemide idik. Başımızda Abdullâh bin Kays bulunuyordu. Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî, ganîmetleri taksîme memur olan zâtın yanına geldi ve orada bir kadının ağladığını gördü. Bu kadın, gazâ esnâsında esir düşenlerdendi. Hazret-i Ebû Eyyûb, bu kadının niçin ağladığını sorunca ona:

“–Bu kadının bir çocuğu var, çocuğu anasından ayırdılar, bu yüzden ağlıyor.” cevâbı verildi.

Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-, hemen çocuğu buldu ve onu anasına teslîm ederek kadının gözyaşlarını dindirdi.

Fakat ganîmetleri taksîm eden memur, Abdullâh bin Kays’a giderek Hazret-i Ebû Eyyûb’un yaptıklarını anlattı. Abdullâh bin Kays, Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye bu davranışının sebebini sorunca, o da şu cevâbı verdi:

“–Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den şu hadîsi dinledim:

«Bir ana ile çocuğunu birbirinden ayıranları Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde bütün sevdiklerinden ayırır.»” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 422, Tirmizî, Buyû‘, 52, nr: 1283)

İnsanlık yine merhamet, şefkat, kardeşlik ve muhabbet iklimi içinde yaşamalı.

Yine kediler de güvercinler de mesut olmalı.

Yine asr-ı saadet meltemleri esmeli.

Yine günlerimiz ve gecelerimiz Medîne-i Münevvere’den rahmet esintileriyle dolmalı.

Yine bâd-ı sabâ vasıtasıyla bizden Ravza’ya selâmlar gitmeli, selâmlar gelmeli...

ALLAH VE RESÛLULLAH MUHABBETİNİN GEREĞİ

İşte Allâh ve Rasûlullâh muhabbeti, netîcede bütün mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetle bakmayı gerektiriyordu. Zîrâ îmânın en büyük meyvesi, muhabbet ve merhamettir. Yaratılanlara muhabbet ve merhametin bereketini ve netîcede kulu îman menbaıyla buluşturduğunu ifâde eden şu hâdise de pek ibretlidir:

İSLÂM İLE ŞEREFLENDİREN AMELLER

Asr-ı saâdette, ashâb-ı kiramdan Hakîm bin Hizâm adında bir zât vardı. Hazret-i Hatîce’nin akrabâsından olan Hakîm -radıyallâhu anh-; cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliyye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, himâye eder ve hayâta kavuştururdu.

Hakîm bin Hizâm, câhiliyye devrinde yapmış olduğu bu hayırların kendisine fayda verip vermeyeceğini sorduğunda, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona; bu güzel amellerinin kendisini İslâmla şereflendirdiğiniifâde buyurmuştur.

Mahlûkâta muhabbet ve merhametle yaklaşmak, îmandan mahrum olanları, nîmetlerin en büyüğü olan îmân ile şereflenmeye sevk ederse, îmân ehlini ne ulvî nîmetlere eriştireceğini düşünmek gerekir…

CENÂB-I HAKK'IN KULLARINA EN BÜYÜK NÎMETİ

Îman, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına en büyük nîmetidir. Rabbimiz, bu nîmeti ömrümüz boyunca titizlikle muhâfaza etmemizi ve son nefesimizi de îmân ile vermemizi emir ve îkaz buyurmaktadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

Ey îmân edenler! Allâh’ın azamet-i ilâhîsine yaraşır bir şekilde takvâ sâhibi olun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102)

ÎMÂNIN  EN BÜYÜK MEYVESİ

Îman nîmetinin en büyük meyvesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilmek ve onlara muhabbetle yaklaşabilmektir. Kulluk hayâtına seviye kazandıran bu ölçüyle Hakk’ın af, merhamet ve muhabbet iklîmine girebilenler, bu hasletler ile hâllenerek bütün mahlûkâta rahmet saçarlar. Nitekim Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu keyfiyetin hikmet dolu bir misâlini şöyle sergilemiştir:

Dergâhtaki bir sohbet esnâsında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben:

“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” buyurur.

Bu hikâye, günâha karşı tabiî olan nefreti, günahkâra şümûllendirmemenin, bilâkis günahkârı yaralı bir kuş gibi şefkate muhtaç kabûl etmenin ve onu merhametle can sarayına alıp irşâd edebilmenin müşahhas bir misâlidir.

Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne güzel buyurur:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen

Öyle mazlûm yolda kalsa, hemdem ol sen

Unutmamak gerekir ki bugün nâil olduğumuz îman topluluğu, asr-ı saâdetin kudsî mîrâsının bereketidir. Ashâb-ı kirâm ve evliyâullâh hazarâtı, bu kudsî emânetin gelecek nesillere intikâlinde büyük bir gayret ve himmet göstererek ilâhî muhabbet etrâfında âdeta pervâne kesilmişlerdir. Onlar, hidâyet semâmızın yıldızları, hakîkat mektebinin muallimleri, günlerimizin bereket ve rahmeti, zamanlarımızın nûru ve yeryüzünde Allâh Teâlâ’nın şâhitleri olmuşlardır.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2005 – Nisan, Sayı: 230, Sayfa: 032