Bir Hristiyan İle Diyalog Olur mu?

Cemiyet Hayatımız

Dinler arası diyalog nedir? Dinler arası diyalog ile ne yapılmak isteniyor?

Şatafatlı bilimsellik makyajına büründürülmüş üst aklın organize ettiği çeşitli toplantılarda sözde Müslüman(?) düşünür ve akademisyenlerin “Hristiyanlık, Musevîlik ve İslâm, İbrahimî dinlerdir. Hepsi özde birdir. Birleşmelerini sağlamak için aralarındaki Kur’ân, İncil ve Tevrat engelleri kaldırılmalıdır” şeklindeki ucube kararlarıyla kendilerini inkâr intiharına sürüklemeleri, batılı oryantalistleri ve kilise babalarını mutlu etmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Son otuz yıldan beri beynelminel üst akıl koordinasyonu ile İslâm ve onun ürettiği medeniyeti eritip imha etmekten başka bir amacı olmayan dinlerarası diyalog safsatasını kabullenmek mümkün değildir. Bir diyalogdan bahsedilebilecekse bu Kur’an’ın da ifade ettiği gibi “en güzel bir şekilde cedel[1] yöntemi tercih edilmelidir. Bu cedelde, dinlerin birleştirilmesini amaçlayan bir diyalog yerine, beraber yaşama ve birbirini anlayışla karşılama söz konusudur.

Muhataplarını İslam’a hidayete uyandırmak varken dinimizin terki, Kur’ân’ımızın reddi, Hz. Peygamber’in (as) itibarsızlaştırılması gibi İslâm’ın yıkımına ve ruhuna zıt yollara sapmak akıl kârı bir iş değildir. Biz buna akılsızlık diyelim, siz  “ihanet” de diyebilirsiniz.

Din mensuplarının karşılıklı münasebetlerindeki yönteme ilişkin sufiler açısından birkaç örnek vererek konuya açıklık getirelim.

1925 senesi İstanbul’unda, Kelâmî Dergâhı’nda yaptıkları sohbetlerde, Es’ad Erbili (ks) Hazretleri (ö.1931) Carl Vett (ö.1952) ile Doğu-Batı veya İslâm-Hristiyan ilişkilerini masaya yatırırlar.

Es’ad Efendi (ks) Hazretleri bu Hristiyan entelektüelle “ve câdilhum billeti hiye ahsen-en güzel bir şekilde cedel” (Nahl, 16/125) ayetinin manasına uygun olarak günlerce münazara yapmıştı. Hatırattan anlaşıldığı kadarıyla O, muhatabını konuşması ve kibarlığıyla çok yönlü olarak etkilemiş ve onun İslâm’a, tasavvufa dair merakını kamçılamıştı:

Es’ad Efendi (ks) tatlı bir üslupla açtığı fikir teatisinde, bir yerde tenasühü reddederken Hz. Peygamber’in (as) “Hâtemü’n-Nebiyyîn” yani Peygamberlerin sonuncusu olmasını referans alarak Carl Vett’e şu soruyu yöneltir:

- Eğer bir daha peygamber gelmeyecekse ve buna rağmen insanlık gitgide yüksek bir anlayış ve şuur seviyesine doğru kemâle ermeye devam edecekse, bunun için gerekli yüksek anlayış nereden beslenecek? Ve ayrıca Allah (cc) hakikatin tamamını doğrudan ilk Peygamber vasıtasıyla açıklamadı da aralıklı olarak peygamberler göndererek bunu neden zamana yaydı?

Vett, bu seviyeli soru karşısında Hz. Muhammed’in (sav) son peygamber olduğunu itiraf etmek zorunda kaldığını söyler ve soruya da O’ndan sonra gelecek “veli kişiler yani kendini manen geliştirmiş öğüt verici mürşidler, mükemmeliyet önderleri ve ulu kişiler tarafından yönlendirileceğiz” şeklinde bir cevap verir.[2]

Es’ad Efendi (ks) nezaket ve tevâzulu bir şekilde sorduğu başka hikemî sorularla bu Hristiyan muhatabını düşündürmüş ve onda İslâm’ın özü tasavvufa dair bir alaka oluşturmaya muvaffak olmuştu.

Nitekim Carl Vett merak saikiyle şu konuları sormak ihtiyacını hissetmiştir:

- Seyr ü sülûkun (yani manevî olgunlaşma eğitiminin) doğu kültüründeki tam karşılığı nedir?

- Maneviyat yolu olan, değişik (İslâm) tarikatları arasında, tefekkür, murakabe, ibadet, oruç, zikir vs. bakımından farklılıklar var mıdır, şeyh bu manevî eğitimi şartlara göre düzenleyebilir mi?

Es’ad Efendi (ks)’nin bu soruya cevabı şu olmuştur: Evet düzenleyebilir.

Carl Vett ile Es’ad Efendi (ks) arasındaki muhavere şu şekilde devam etmiştir:

Soru: Şu andaki tarikatların şeyhleri, kurucu şeyhler (pîrler) kadar manen aydınlanmış kişiler midir?

Cevap: Evet, ama farklı derecelerdedir.

Soru: İslâm tarikatları köken olarak Hz. Peygamber’e (as) ve daha da öncesine dayandırılabilir mi?

Cevap: Evet tarikatların kökleri kesin olarak Hz. Peygamber’e (as) kadar uzanır. Bazen de daha gerilere…

Soru: Hz. Peygamber’den (as) beri gelen velilerin ve tarikat kurucusu kişilerin hayatları ve öğretileri/fikirleri elde mevcut mudur?

Cevap: Evet.

Soru: Velilerin yaptığı tasvirler/anlatımlar, gayb veya esirî/misalî âlemdeki yaşadıkları tecrübelere mi dayanıyor? Buna ölmeden önce ölüm sonrasını yaşamak ve manevî aydınlanma diyebilir miyiz?

Cevap: Evet.

Soru: Melekler arasında üstünlük hiyerarşisi var mı? Varsa bu hiyerarşide büyük meleklerden daha büyükleri var mı?

Cevap: Evet. İbrahim Hakkı’nın Marifetnâme’sine bakınız.[3]

Verdiğimiz bu misal Hristiyan entelektüellerinin İslâm üzerinde tefekkür etmesine vesile olacak bir yöntemin tercih edilmesinin ne kadar faydalı olacağını göstermesi açısından önemlidir.

Osmanlı kuruluşundaki gazi erenlerin uçlarda ve Rumeli topraklarında gönül yoluyla yaptıkları tebliğ de bundan farksız değildi. İnsanları vicdanları ile baş başa bırakan o tebliği ruhuyla anlamak, önemini idrak etmek ve bunu bir şekilde günümüze uyarlamak gerektiğini düşünüyoruz. Başta Sarı Saltuk olmak üzere o erenler, halleri ve insanlarla münasebetlerindeki kaliteleriyle kılıç kullanmadan kalpleri fethetmişlerdi.[4]

Burada Hz. Mevlânâ’nın (ks) Konya civarındaki Kırk Kilise Papazlarıyla kurduğu fıtrî ve insanî münasebeti de zikretmeden geçmemek gerekir. O, papazlara yaklaşırken “sizi Müslümanlaştıracağım” algısını asla vermemişti. “Ahsen cedel” üzere yaptığı fikir alışverişlerinde “mayotik metod” adı verilen muhatapta fikir doğurma yöntemini[5] kullanmış ve onları aşk, iman, ölüm, Hz. İsâ’nın (ks) hakikati, insan, hayat, kozmoz vs. gibi konularda farklı bir bakış açısıyla düşünmeye sevk etmiştir. Bu yöntem Kur’an’da zikrolunan “en güzel mücadele” kavramını fiiliyata dönüştürmüştü. Mevlana, önce güzel muamelesi, hoşgörüsü, konuşma tarzı ve ahlakıyla onlara kendini ve böylece fikirlerini sevdirmiş, bu şekilde de papazların bakış açılarını genişletmişti. Onlar da bu yeni bakış açısıyla İslam’ı yeniden düşünmeye yönelmişler, sonunda da İslâm’la şereflenmişlerdi.[6]

Yaşadığımız bu devirde zamanın ruhuna uygun olarak gayrimüslimlerle münasebete ilişkin bir çıkar yol bulmamız gerekir. Kadim İslâmî irfan geleneğimizin temsilcisi olan Sûfîlerin karşı din mensuplarıyla temaslarındaki başarılarının sırrını ünlü müsteşrik/oryantalist Louis Massignon (ö. 1962) şöyle açıklar:

“İslâm dininin beynelmilel ve dünya çapında bir din olması sûfîler sayesindedir. Sûfîler, Müslüman olmayan ülkeleri ve insanları irşâd için gezmeleri sebebiyle İslam dini beynelmilel olmuştur. Çiştiyye Şuttariyye, Nakşibendiyye dervişleri Hindistan ve Malay Adaları’na giderek, yerli ahâlinin dillerini öğrenip onların hayatlarına karışmış olduklarında, o ülkelere dışarıdan gelip fetheden ve başka dil konuşan mutaassıb fâtihlere göre halk arasında İslâm’ı daha ziyade yaymışlardır. İslâm dininin âlemşümûl olması işte bu yüzden sufiler sâyesindedir. Bunun sebebi de bütün insanlar için tabiî ve aklî bir tevhid olan hanifliğin mânevî ahlaki yönünü ilk olarak sûfîlerin anlamış olmasıdır.”[7]

(Devam edecek)

Dipnotlar: 1) Nahl, 16/25. 2) Carl Vett, Dervişler Arasında İki Hafta, çev. Ethem Cebecioğlu, Kaknüs Yay. İstanbul 2004, s. 150. 3) Vett, age, s. 173-4. 4) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara 1972, s. 133; Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1976 (DİB yay) s. 253-4; Ahmet Yaşar Ocak “Bazı Menakıbnamelere Göre XIII-XV Yüzyıllardaki İhtidâlarda Heterodoks Şeyh ve Dervişlerin Rolü” Osmanlı Araştırmaları, İstanbul 1981, c. II, s. 39 ve Bkz.: Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltık: Popüler İslam’ın Balkanlardaki Destanî Öncüsü (XIII. Yüzyıl), TTK Yay., Ankara 2012. 5) Bkz. Zeynep Kantarcı, ”Sokrates ve Eğitim Felsefesi” GŞÜ Edebiyat Fak. Dergisi, Güz 2013, s. 82 vd. 6) Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, Hürriyet Yay. c. 1, s. 198-199. 7) Louis Massignon, Essai sur les Origines du Lexique Technique de la Mystiques Musulmane, Paris 1968, s. 5.

Kaynak: Ethem Cebecioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 399