Bakkalın Helâl Kazancına Karışan Kir

Cemiyet Hayatımız

Her gün besmele ile dükkanını açan bakkalın helal kazancına karışan kir...

Her günkü gibi besmele çekerek açtı dükkânının kapısını. Elindeki anahtarını cebine götürdü. Bir kağıt dolaştı parmaklarına. Paradır dedi, bıraktı. Ama yapışmış gibiydi eline. Çıkarmak zorunda kaldı o kağıdı. Üzerinde bir beyitlik yazı vardı:

“Aynalı Dede çalarsa bir gün kapını,

Âhirette nasıl verirsin her günün hesabını.”

Anlayamadı. Neyin nesiydi? Nereden, nasıl, kim atmıştı cebine bunu? Düşüncelere dalmıştı ki, bir çocuğun sesiyle kendine geldi. Bir kaç defa seslenmişti çocuk. Ama duymamıştı onu. İstediğini verip gönderdi. Siftah dedi, besmeleyle attı kasaya.

Gelen giden çok olurdu dükkanına. Alış-verişte ölçüyü aşmazdı. Fiyatları uygun olurdu. Müşterisine iyi davranırdı. Babasından öğrendiği kadar dini bilgisi de vardı. Beş vakit namazını elinden geldiğince geçirmemeye çalışırdı. Dedikodu nedir bilmezdi. Bugün de dükkânı bu sebeplerden dolup taşmıştı. Dilinden bereket sözü düşmemişti.

Öğleye doğru bir ara ortalık sakinledi. “Allah bereket versin. Helâlinden yine yeterince kazandım” diye geçiriyordu içinden. O anda kapıda nur yüzlü, beyaz sakallı, derviş kılıklı, her halinden dinç olduğu anlaşılan bir ihtiyar göründü. Emin adımlarla yürüdü içeriye. Orta yerde durup: “Helâlinden mi dedin oğul? Halbuki sen temiz olan bir nimeti necis hâle getiren birisin. Tertemiz ve helâl olan bir bardak suya bir damla pislik düşse içer misin? İçin çekmez değil mi? Pis olmuştur çünkü.”

Bu adam da kimdi? Hiç görmemişti onu. Tanışmadığı halde, güzel öğütler veriyordu. Ama şimdi bu sözlerin ne gereği vardı. Yaptığı iş bir ticaretti. Ticarette ölçüyü de aşmazdı. Müşterisi de bunun için çoktu.

“Şaşırdın mı oğul? Bunun pisliği nerede? Ölçülü ticaretine bakıp, kendi kendini anlayamadın mı? Bak şu bira kasalarına! İşte bunlar, temiz suya karıştırdığın pis şeyler. Bu biralar senin pak kazancını kirletiyor. Haram bulaştırıyorsun. Bunu yapan da, satan da, içen de haram işlemiştir.”

Sakince dinleyen bakkal donakalmıştı. Bu bir ticaretti. Haram ya da günah ise neden imaline izin veriyorlardı? Bu ihtiyar onlardan pek mi iyi biliyordu? Zaten kendisi de içmiyordu. Sadece satıyordu.

Beyaz sakallı adam tekrar konuştu:

“Şüphe!... Şüphe! Seninki büsbütün bir şüphe. Şüpheni gerçeği bulmak için kullan. Malını ve kazancını temizle. 'Neden mi haram?' sözümü iyi dinlemiyorsun. 'Bir işe sebep olan, o işi yapan gibidir.' Bunun için yapım, satım ve içmesi arasında bir fark yoktur. İşte Aynalı Dede çaldı kapını. Hatırlattı iyiyi. Âhiretteki hesabını kendin düşün” dedi ve bir anda kapıda yok oluverdi.

Bakkal Nurullah, bir süre öylece oturdu. Demek o kâğıdın sahibi Aynalı Dede buydu. Bir çay içelim bile dememişti ona. Arkasından çıktı. Çoktan kaybolmuştu. Nasıl olup da düşünememişti.

Gözleri kapıya çakıldı, kaldı. Düşünüyordu. Bugüne kadar neden hiç düşünmediğini düşünüyordu. Hayatın hay-huyu içinde neler de yapılıyordu. Bira şişelerini kırıp attı. Tevbe etti. Allah’tan, bu tür yanlışlara karşı kendisine basîret vermesini diledi.

Kaynak: Adil Coşkun, Altınoluk Dergisi, 1986 - Eylül, Sayı: 7