Aranan Adamın Özellikleri

Cemiyet Hayatımız

Bütüncül şahsiyetler sahneden çekilince meydan bencil ve birikimsiz kimselere kalır. Benliğin kara zindanından kurtulamayan kişi, ne değer üretebilir ne de varoluşunu sürdürebilir, Günümüzde belirsizlikler içinde bocalayan toplumun en hazin hüsranı kişilik kaybı ve kimlik krizi şeklinde ortaya çıkmaktadır.

İnsan kendini arındırmadan, çevresini ve tabiatı arındıracağını sanmaktadır. İç dünyasını kurtarmadan toplumu ve insanlığı kurtaracağını düşünmektedir. Nefsi temizlemenin ve kişinin kendisini arındırmasının lafı kolay kendisinin zor, emek, irâde, sabır ve sebât yoğun bir iş olduğu bilinmelidir. Bu yolculukta yolun kaygan olduğu ve yolcularda mazlaka-i akdam (ayak kayması) riskinin bulunduğu, dikiş ve tırnak tutturmanın alın terine ve ısrâra bağlı olduğu unutulmamalıdır.

İnsanın öznel yanı “benlik”, nesnel yanı “kimlik”tir. Benlikle kimliğin uyumu ve dengeli bir hale gelmesine “kişilik” diyoruz. Her türlü kompleks ve kapristen arınmış güçlü şahsiyet, kaygan zeminlerde ayakları sağlam basan, kimlik krizlerine, kıble kaymalarına ve şahsiyet savrulmasına kapılmadan kararlı yürüyüşünü sürdürebilendir. Edilgen değil, etken, sürüklenen değil, sürükleyen… Belirlenen değil, belirleyen. Renkten renge giren değil, renk veren. Esen rüzgara göre yön değiştiren değil, rüzgarlara yön veren ve istikamet çizgisini devam ettirendir.

ADAM GİBİ ADAM OLANLAR

Şahsiyetli kimse; kendisine ait bir aklı ve yüreği olan insandır. Kendi aklı ile düşünen, kendi yüreği ile hisseden, sorgulayabilen, savunabilen aynı zamanda hesâbını ve kitâbını bilen insandır. Dolayısıyla gölge ve kopya adam değil, adam gibi adam olandır. Bilek, yürek ve idrak dengesi ve denklemini doğru kurandır. Duygulara ve durumlara göre değil, değerlere göre davranandır. Şahıslar değil mesaj önceliklidir. Olgular değil ilkeler belirleyicidir. Eksende olan yorumlar değil, hakikattir. Faydayı, kazancı, başarıyı ve dünyayı değil, değerleri önceleyen ilkeler bütününe sahiptirler. İşte bu bütünü yakalayan kimse muktedir, mûtedil ve muteber kişidir. “Aranan” adamdır.“Beklenen” ve “Özlenen” kimsedir.

Bütüncül şahsiyetler sahneden çekilince meydan bencil ve birikimsiz kimselere kalır. Benliğin kara zindanından kurtulamayan kişi, ne değer üretebilir ne de varoluşunu sürdürebilir, Günümüzde belirsizlikler içinde bocalayan toplumun en hazin hüsranı kişilik kaybı ve kimlik krizi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Giyim-kuşam zevki bile elinden alınan, kendi istediği gibi değil de modanın ve modacıların isteğine esir, “desinler”, “desenler” ve dedikoduya göre tavır sergileyen bir nesil yetişmiş veya yetiştirilmiştir. Müstağnî ve mağrûr yığınlar, yüzer-gezer bir halde, başlarını nereye vuracaklarını bilemez bir halde dolaşmaktadır..

“(Canının istediği gibi değil) Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” şeklinde emredilen ve Hz. Peygamber’in bile belini büken istikâmet, bizim hassâsiyetle üzerinde yürümemiz gereken hayat çizgisini gösterir. Zihnen ve fikren dağılmışlığımız, ahlâkî savruluşumuz, ayakların kaymışlığı, ikbal ve istikbal hesapları, günü birlik çıkarlar ya da zaaflarımız ve bağımlılıklarımıza, hevâ ve heveslerimize mahkûmiyetimiz, istikâmetten sapma ve savrulmalarımızın ana sebebidir. Tüm bu bâdireler karşısında duruşumuzu netleştirmek ve pergelin ayağını Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete sâbitlemek zorundayız.

Müslüman, istikâmetini, kon­jonktürel gelişmelere göre değil, İslam’ın değişmez ölçü ve ilkelerine göre belirler. İstikamet, güncel ve dönemsel gelişmelere göre farklılaşan bir değişken değildir.

Özgün bir islâmî hassâsi­yet­le münkeri imhâ ve marufu ihyâ eden özne olarak yaşamanın yolunu bulmalıyız. Kültürel sömürünün ustalıkla yönettiği, bizi bizden çalma ve değerlerimizden uzaklaştırma çabalarının nesnesi olmak ve rüzgâr önünde savrulan yaprak gibi irâdesiz ve tavırsız kalmak ne büyük bir kayıptır. İslam’ın ölçüleri herkesin anlayacağı açıklıkta olmasına rağmen bazılarımızın bir türlü ölçü tutturamayışları, her şartta ilkeleri dikkate alarak istikâmetimizi korumak yerine, esen rüzgarlara göre tutum ve duruş değiştiren bir sabitesizlikle malûl oluşumuz ne kadar kaygı vericidir.

ŞAHSİYETLİ OLMAYI ISKALAYANLAR SIRADANLAŞMAKTAN KURTULAMAZLAR

Rabbimiz; Kur’an okunurken gürültü yapan bir zümreden bahseder. Onlar Kur’an’ın mesajı duyulmasın ve duyanlar anlamasın diye gürültü çıkaranlardır. Bugün de gençler İslam’ın mesajı ile tanışmasın, kökleriyle buluşmasın diye adeta tamtam çığlıkları atıyorlar. Bunlar sun’î ve yapmacık gürültülerdir. Gençleri esir alan milyonlarca bilgisayar ve internet oyunları, sosyal medya çılgınlığı, insanları çevresinden koparan iletişim araçları. Bir takım kumar oyunları, televizyon dizileri, profesyonel futbol fanatizmi, çağın benliğimizi çalan ve bizi faydasız işlerle oyalayan en büyük oyuncaklarıdır. “Kişinin faydasız iş ve faydasız sözden kendini uzak tutması ahlâkının güzelliğindendir.” buyuran Efendimiz (s.a.v.)’i bu aldatıcı ve oyalayıcı oyunlardan sakınmamız gerektiğine işâret etmektedir. Bugün televizyonu ile, okulu ile, sokağı ile gençler, batı kültürü ile âdetâ hipnotize edilmiş, bâtıl değerlerin anaforuna yakalanmıştır.

İslam dışı öğreti ve ideolojilerin şahıslara yönelik tutumlarına baktığımızda insan; ya şartlandırılma ya da şımartılma riski ile karşı karşıyadır. Modern zamanların bireyi; akla, bilgiye, bilime, güce, iktidara, maddeye dayalı bir şımarma sarhoşluğuna ve güç zehirlenmesine yakalanmıştır. İlk çağların insanı ise tabulara, totemlere, törelere, şartlandırılma baskısı altında yaşamıştır… Gerek bireyi putlaştıran modern çağ, gerekse kişiyi köleleştiren kadim çağ insana zulmetmiştir. Fıtratı zorluyor, hilkati bozuyor. İnsanın insan olma ve insan kalma süreci sürekli erteleniyor. Bu çağın en büyük günahı; duyarsız, değersiz, dertsiz, gâyesiz, ruhsuz, kimliksiz, kişiliksiz yığınlar yetiştirmesidir. Hedefsiz kitleler, duyarsız kalabalıklar, anlamsızlığın girdabında çırpınıp duruyorlar. Şahsiyetini yitiren toplumlar, kuru kalabalıktan öte bir öz ve özellik taşımazlar. Şahsiyetli olmayı ıskalayanlar, sıradanlaşmaktan ve savrulmaktan kurtulamazlar.

Sebât; kararlı olma, sözünde durma, ahde vefâ, bir konuda enine boyuna düşündükten sonra verilen karardan dönmeme ve azimli olma demektir. Sebât ve metânette âşırı gitmek inat, yokluğu ise, kararsızlıktır. Kararlılığı insan, meşrû, faydalı ve helâl olan şeylerde kullanmalıdır. Allah’ın yasakladığı, zararlı ve haram işler için sebat gösterilemez. Hz. Peygamber’in “Âdemoğlunun kalbi, kaynayan kazandan daha çok ve çabuk allak bullak oluverir.” buyurması, kalp ile ilgili bir başka benzetmesinde: “Kalp, dönekliği ve değişkenliği dolayısıyla kalp olarak isimlendirilmiştir. Kalp, bir ağaç gövdesindeki tüy gibidir. Rüzgâr onu hemencecik altüst ediverir.” İfâdesi, kararsızlığın, sapma ve savrulmaların önce kalpte meydana geldiğinin işâretidir. Efendimizin: “Ey kalpleri eviren çeviren Allah’ım. Kalbimi senin dininde dâim, ibâdet ve tâatında sâbit-kadem eyle. Göz açıp kapatacak kadar, hatta ondan da kısa bir süre olsa beni nefsimin eline bırakma..” diye duâsı bunun en güzel göstergesidir.

DOSDOĞRU YOL

Kelime olarak doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma gibi anlamlara gelen ve “kaveme” kökünden türetilen istikâmet doğruluk, dürüstlük, adâlet, itidâl, itâat, sadâkat ve dürüstçe yaşama manâlarında kullanılmaktadır.

Kavram olarak istikâmet; genellikle “dînî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan sakınma, Allaha itâat edip Rasulullah’ın sünnetine uyma” şeklinde özetlenebilir.

İstikâmetin düz bir çizgi gibi dosdoğru yol hakkında kullanıldığı ve bundan dolayı hak ve hakîkat yoluna “sırât-ı müstakîm” denildiği, “dosdoğru yol üzerinde sapmadan ve savrulmadan ilerlemek”, “samîmî ve kararlı bir îmanla hak ve hayır yolunda istikrarlı, ve dengeli bir hayat sürmek”, “İslâm dışı her türlü inançtan ve sünnete aykırı düşünce ve davranışlardan, bidat ve hurâfelerden uzak durarak Kuran ve sünnet hükümlerine göre yaşamak” şeklinde açıklanmaktadır.

Kavm, kıyâm, kıvâm, ikame ve kayyûm kelimeleri bilinmeden istikâmet, istikâmet bilinmeden de müstakîm olunamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı kelimenin isim ve fiil olarak “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol.” “Bizi sırât-ı müstakîme (dosdoğru yola) ilet.” “Rabbimiz Allah’tır dedikten sonra istikâmet üzere olan kimselere melekler gelir “korkmayın, üzülmeyin ve size vaat edilen cennetle sevinin derler.”

GAYEMİZ KUR'ÂN'I VE SÜNNETİ HAYATIMIZA HAKİM KILMAK OLMALI

Bir şeyi ikâme etmek, onun hakkını vererek mükemmel şekilde yapmak diye tanımlanır. Namazın ikâmesinden maksad, onun sadece şeklen yerine getirilmesi değil, tüm şartlarını yerine getirerek kılmak ve huşû’u yakalamak olduğuna dikkat çekilir. Yukarıdaki âyette geçen; “Rabbimiz Allah’tır diyenler” bölümü iman ve ikrarla, “istikâmet üzere olanlar” bölümü ise iyi ve güzel işlerle ilgili olarak îzâh edilmiştir..

İstikâmetini kaybeden birey ve toplumlar, dengesini kaybedip düşen ve kırılan cisimlere benzerler, kırılıp dökülür ve darmadağın oluverirler. “Ümmetim sizler ateşe düşkün ve onun etrâfında çılgınca dönen kelebeklere benzersiniz. Kelebek döner döner sonra da dengesini kaybederek ateşin içine düşer ve yanarak yok olur. Sizler de nefsinizin, hevâ ve heveslerinizin ördüğü tehlike çemberinin etrâfında dönüp durmaktasınız. Bense sizi yakanızdan yakalayarak bu tehlike çemberinden uzaklaştırmaya çalışıyorum.” buyuran Rahmet Peygamberi Efendimiz bu savrulmayı ne güzel açıklamaktadır. “Zinâya yaklaşmayınız!” emr-i celîlini bu şekilde anlamalı, bırakın zinâyı, zinâ ortamından bile uzak durmalıyız.

Hayat ölçülerinde islâmî perspektifi yakalayamayanlar çarçabuk savrulurlar. Birtakım karmaşık ve kavşak gelişmelerde çizgilerini koruyamazlar. Bu gün pragmatizm hayatın en belirgin öznesine dönüşmüştür. Günü birlik, mevsimlik ve dönemlik savrulmalar yaşanmaktadır.

Gâyemiz Kur’an’ı ve sünneti hayatımıza hâkim kılmak olmalıdır. Yine gaye, bireylerin ve toplumun vahyin ördüğü dünyada hayat sürmesidir. Allah’ın razı olacağı bir şahsiyet ve toplum modeli oluşturmaktır. Bu noktada ıslâh ve inkılâp modeli uygulanır. Kendilerini İslama nisbet edenleri vahyile ıslâh emek, gayr-ı islâmî değerleri benimseyenleri ise vahyile inkılâba uğratmak gerekir. Düşüncenin, teorinin, pratiğin ve ilkelerin ölçüsü başkası değil Kur’an-ı Kerîm ve Sünnettir. Bunlar kaybedilince Hayatın da bir anlamı kalmaz..

Vakit, sapma ve savrulma zamanı değil, istikâmet, istikrâr, sebât ve ısrâr zamanıdır.

Kaynak: Prof. Dr. İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi, Eylül 2015, 355. Sayı