Allah’tan Ne İstenebilir?

Kur'an ve Tefsir

Alemlerin Rabbi olan Allah’tan neler isteyebiliriz?

Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve azıp sapanların yoluna değil. “Hidâyet”, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lutuf, letâfet ve nezaketle kılavuzluk etmektir. Bu kılavuzluk, yolu sadece göstermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar götürmek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir.

Birincisine açıklayıcı kılavuzluk veya irşat, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfîk denilir. Bu kılavuzlukta lutuf ve letâfet esastır. Lutuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşıtı olan tatlılık ve yumuşak huyluluktur. Letâfetten maksat ise nezâket ve inceliktir.

HİDAYETE NASIL ULAŞILIR?

Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre Allah’ın kula hidâyeti beş kademede gerçekleşir:

Birincisi, Allah’ın akıl ve sorumluluk sahibi varlıklara kabiliyetleri nispetinde akıl, anlayış ve gerekli bilgileri vermesidir. Bunların dışındaki yaratıkların da varlıklarını sürdürmek için gerekli yaşama şartlarını ve vesilelerini var etmesidir. (bk. Tâhâ 20/50)

İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları peygamberlerinin lisanıyla dâvet ettiği hidâyettir. (bk. Enbiyâ 21/73)

Üçüncüsü, peygamberlerle gönderilen bu hidâyeti kabul edenlere Rabbimizin ikram ettiği tevfik hidâyetidir. (bk. Hz. Muhammed 47/17)

Dördüncüsü Allah’ın mü’minleri âhirette cennetin yoluna hidâyet etmesidir. (bk. A‘râf 7/43) Bu mertebelerden bir sonraki bir öncekini gerektirir ve ona terettüp eder. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, hidâyet md.)

Beşincisi ise vahiy, ilham veya sâdık rüyâlar gibi olağanüstü yollarla kalplere sırları keşfetmek ve eşyanın hakikatini göstermektir ki bu husûsî hidâyettir. İşte biz “hidâyet ver” duamızla Rabbimizden bütün bu güzellikleri istemekteyiz. Bunlar içinde de hususiyle “sırât-ı müstakîm”e ulaştırmasını niyaz etmekteyiz. “Sırât-ı müstakîm”, kelime olarak “eğriliği ve sapması olmayan dosdoğru yol” demektir. Bundan maksat, yegâne hak din olan İslâm dinidir. Resûlullah, Allah Teâlâ’nın sırât-ı müstakîmi şöyle bir misalle tarif ettiğini haber vermektedir:

“Sırât-ı müstakîm dosdoğru bir yoldur. Yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir dâvetçi var. O dâvetçi: «Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!» diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka dâvetçi: «Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan çıkar gidersin!» diye sesleniyor. Bu yol İslâm’dır. Duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki dâvetçi Allah’ın kitabıdır. Yukarıdaki dâvetçi ise Müslümanın vicdanıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 182-183)

İşte müstakîm yol, Allah Teâlâ’nın “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun. Başka yollara uymayın ki o yollar sizi grup grup parçalayarak Allah’a giden yoldan ayırmasın.” (En‘âm 6/153) buyurduğu yoldur. Yine “sırât-ı müstakîm”, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine nimet verdiği kimselerin yoludur. Bunlar peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerdir. (bk. Nisâ 4/69)

Bu doğru yol, gazaba uğramayanların ve dalâlete düşmeyenlerin yoludur. Dolayısıyla kendilerine nimet verilenler, gazaba uğramaktan ve sapmaktan selâmette olanlardır. Gazaba uğrayanlar ve sapanlar ise, nimetten mahrum kalanlardır. Bunlar birbirinin zıddıdırlar.

Gazap, nefsin çirkin ve kötü bir davranış karşısında intikam isteğiyle heyecanlanmasıdır. Kalpteki kanın öç alma arzusuyla galeyana gelip kaynamasıdır. Rızânın zıddıdır. Buna ufak farklarla öfke, hiddet ve hışım da denilir. Allah’a nispet edildiği zaman gazap, nefsî etkilenmelerden arındırılarak neticesi itibariyle intikam iradesi, hoşnut olmama, şiddetle yakalama veya ceza verme mânasına gelir.

Dalâl ve dalâlet, bilerek veya bilmeyerek, kasten veya hata ile doğru yoldan sapmaktır. Hidâyetin zıddıdır. Dalâlete düşmenin en mühim sebebi gaflet ve şaşkınlıktır. Kelimeden ilk olarak hissedilen mâna, maddî yoldan sapmaktır. Sonra din ve mânevîyatla ilgili hususlarda kullanılmıştır.

Âyet-i kerîme, gazaba uğrayan ve dalâlete düşen bütün fertleri ve grupları şumûlüne almaktadır. Bunlar kâfirler, müşrikler, asiler ve Allah’ı tanımayan sapıklardır. İman, ilim, amel ve istikâmet yolunu terk edip küfür, cehâlet, isyan ve fasıklık yolunu tutanlardır.

Peygamber Efendimiz: “Gazaba uğrayanlar Yahudiler, dalâlete düşenler de Hıristiyanlardır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 2) buyurmuştur. Yalnız burada maksat, gazabın özellikle Yahudilere, dalâletin de özellikle Hıristiyanlara has bir şey olduğunu ifade etmek değildir. Çünkü âyet-i kerîmelerde gazab-ı ilâhî bâzan hıristiyanlara nisbet edildiği gibi, bâzan da dalâlet yahudilere nisbet edilmektedir. Bazan da bu ifadeler, yahudi ve Hıristiyanların dışında kâfir, münafık, günahkâr ve fâsıklar için de kullanılmaktadır.

Dolayısıyla âyet umûmi mâna ifade etmektedir. Fâtiha sûresini okuyan veya dinleyen kişi, sûre bitince “âmîn” der. Âmîn, “duamızı kabul buyur, elimizi boş çevirme” mânasında bir dua sözüdür. Kur’an nazmının bir parçası değildir. Bu sebeple Mushaf’a yazılmamıştır. Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İmam «veleddâllîn» dediği zaman hepiniz «âmîn» deyiniz. Çünkü melekler «âmîn» derler. Âmîn demesi, meleklerin âmînine rastgelenin geçmiş günahları affedilir.” (Buhârî, Tefsiru’l-Kur’an 1) Bu sebeple “âmîn” demek sünnettir. Namazda imam ve cemaat tarafından gizlice söylenir.

Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği mâna ve mesajlara güzel bir giriş ve şumüllü bir özet mâhiyetindeki Fâtiha sûresinden sonra, Kur’an’ın zirvesi mesabesindeki (bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2) Kur’an’ın en uzun ve en muhtevalı sûresi olan Bakara sûresi gelmektedir. Kur’an hayat sahibi bir varlığa benzetilecek olursa Fâtiha sûresi bunun başı, Bakara sûresi gövdesinin en önemli kısmı, diğer sûreler o varlığın diğer azaları ve cihazları mesâbesindedir.

Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik, Hakk’ın Daveti Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, Erkam Yayınları