Allah'ın Razı Olduğu Kullar

İslam Tarihi

Onlar öyle bir nesildir ki, Yüce Rabbimiz kendileri hakkında “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” hükmünü tüm insanlığa ilan etmiştir. 

Kendileri hakkında sâlihlerden olduklarına dair hüsn-i zan sahibi olduğumuz geçmiş büyüklerimizi daima saygı, minnet ve rahmetle anarız. Bunlar arasında Allah Resûlü ile beraber olma şerefine nâil olmuş muhacir ve ensârın yani sahabe-i kiram efendilerimizin çok özel bir yeri vardır. Onların hepsi hakkında hüsn-i zan besler, âdil ve güvenilir olduklarını kabul eder ve hepsi hakkında Allah kendilerinden razı olsun anlamında “radıyallâhü anh” diye dua ederiz.

SELEF-İ SALİHİN BÜYÜKLERİMİZ

Bir insan olarak, elbette zaman zaman kendilerinden hata ve günah da sadır olmuştur. Ancak biz onların hata ve yanlışlarını kendileri ile Allah arasında bir mesele olarak görür, faziletlerine, fedakârlıklarına, kavî imanlarına, Allah ve Resûlüne olan muhabbetlerine gıpta ile bakarak, minnet duyguları içinde, izlerini en güzel bir şekilde (ihsan kalitesinde) takip etmek isteriz. Onların sözlerini kendi görüşlerimize tercih ederiz. Zira onlar öyle bir nesildir ki, Yüce Rabbimiz kendileri hakkında “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” hükmünü tüm insanlığa ilan etmiştir.

Sahabe-i kiram efendilerimizin kendi aralarında elbette fazilet cihetinden farklılıklar vardır. Biz onları değerlendirecek değiliz. Ancak şu kadarını ifade edelim ki dört büyük halife başta olmak üzere, ehl-i beyt-i resûlullahın, cennetle müjdelenenlerin, Bedir Gazvesi’ne katılanların ve Hudeybiye’de “Bey’atü’r-rıdvân”da Allah Resûlü ile bey’atleşenlerin fazilet cihetinden diğerlerinden önde oldukları da Ehl-i Sünnet âlimlerimizin önemli bir tespitidir.

ALLAH'IN BİZE ÖĞRETTİĞİ HAKİKAT VE DUA

Sahabe-i kiram –radıyallâhu anhüm ecmaîn- Efendilerimizden sonra onları takip eden tabiîn neslinin ve bu topluluğun peşinden gelen tebe-i tabiînin de ümmet-i Muhammed içinde hayır ve bereket yönüyle üstün olduğu, Allah Resûlünün haber vermesi ile bilinmektedir. Bu itibarla onlara karşı da bizlerin saygı ve muhabbetle bir yaklaşım sergilememiz bir İslâm edebidir. Haklarında görüş beyan ederken hakaret ve dışlayıcı bir üsluptan ziyade, ibret alıcı, af ve mağfiret dileyici bir dil kullanma nezaketini ihmal etmemelidir. Elbette Cennet gençlerinin efendisi olan Resûlullâhın ciğer pâresi Hazret-i Hüseyin ve emsâli nice müminleri şehid eden canilere rahmet okuyacak da değiliz. Fakat her konuda ve herkes hakkında kolayca hüküm vermek de büyük bir cür’ettir. Son tahlilde geçmişlerimiz hakkında bize düşen Allah’ın bize öğrettiği şu hakikat ve duadır:

“Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” (Bakara Sûresi, 134)

“Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: «Ey Rabbimiz, bizi ve îman ile daha önden bizi geçmiş olan (dîn) kardeşlerimizi bağışla! İman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kîn bırakma. Ey Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin». (Haşr Sûresi, 10)

GÜNÜMÜZDE ÂLİM VE ÂRİFLERE YAPILAN KÖTÜLÜK

Günümüzde şahit olduğumuz bir diğer yanlış ve hatta haddini bilmeme küstahlığı da kendi dönemlerinde ilim ve irfan adına samimi bir niyetle hizmetleri geçmiş âlim ve âriflerimizi itibarsızlaştırma ve küçük görme girişimidir.

Bozuk bir zihniyetin ve bulanık bir gönül yapısının dışa vurumu diyebileceğimiz saygısız bir üslupla, mezhep imamlarımızı ve maneviyat erlerimizi, kibir ve gurur libası içinde hakaret içeren bir üslupla değerlendirmek, kelimenin tam anlamıyla edepsizlik ve nezaketsizlik örneğidir.

Her kişi ve görüş elbette değerlendirilebilir. Her görüşü kabul etmek durumunda da değiliz. Ancak katılmadığımız görüşü dile getirirken, görüş sahibine hakaret etmek ilim edebinden ve insânî nezaketten mahrumiyetin açık bir ilanıdır. Hele bir de bu çeşit hakarete maruz kalan kimse, artık kendini savunamayacak bir konumda ise yani vefat etmiş birisi ise durum çok daha büyük bir cürme dönüşür.

Selef-i salihine yönelik tahkir edici üslubu kendisine huy edinmiş kimselerin âkıbetleri çoğu zaman zillet, itibarsızlık ve ümmetin rahmet duasından mahrumiyettir.

Zira bu güruh, Hakk’ın gazabını üzerine çekmiş bir zümredir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de sâlih kullarının velâyetini (koruyuculuğunu) üzerine aldığını açıkça beyan eder[1]. Mevlânın has kullarını üzen ve inciten kimseleri, Mevlâ da üzer. Hatta kudsî bir hadiste ifade edildiği üzere bu gibi kimselere karşı harp ilan eder. Bu itibarla denilebilir ki haksız yere bu nevi sataşmaları âdet hâline getirenlerin, son nefeste kötü bir âkıbete düçar oldukları tarihin şehadetiyle inkâr edilemez acı bir hakikattir.

1) Bkz. A’râf Sûresi, 196.

Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 369. Sayı