Allah'a Yakın Olan Kullar

İbadet Hayatımız

Allah'a (c.c.) en yakın olan kullar kimlerdir? Allah'a yakın olan kulların özelliği nedir? Ne yaparak daha yakın oluyorlar? İşte cevabı...

Peygamberimiz’in hayatı dâimâ Kur’ân-ı Kerîm’in feyiz ve bereketiyle müzeyyen idi.

Hicret yolunda kendilerine yaklaşan Sürâka; o ânı anlatırken, Peygamberimiz’in Kur’ân okuduğunu bildirmişti.

Efendimiz’in sohbetleri ve hutbeleri de Kur’ân ile başlar, Kur’ân ile devam ederdi. Geceleri uzun uzun Kur’ân tilâvetiyle meşgul olur ve ümmetine de şöyle tavsiye ederdi:

“Allah, geceleyin iki rekât namaz kılan (ve Kur’ân okuyan) bir kulu dinlediği kadar hiçbir şeyi dinlemez. Allâh’ın rahmeti, namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır.

Kullar, Kur’ân’la hemhâl oldukları andaki kadar hiçbir zaman Allâh’a yaklaşmış olamazlar.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17)

Yine bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!”

Ashâb-ı kiram sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?”

Peygamberimiz;

“–Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevabını verdi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Bütün bu tilâvet ve tedrisat; elbette ki, Kur’ân’ın yaşanması içindir.

Her mü’minin Kur’ân ehli olarak onu anlayıp hayatına tatbik etmesi, îmânının muktezâsı ve takvâsının bir ölçüsüdür.

Nitekim ashâb-ı kiram; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den on âyet öğrendiklerinde, bunlardaki emir ve hikmetleri iyice anlayıp tatbik etmeden diğer on âyete geçmemişlerdir. (Ahmed, V, 410)

Peygamberimiz’in ahlâkı, Kur’ân ahlâkı idi. Kur’ân, ilâhî kelâmdaki mûcize; Efendimiz, hilkatteki mûcize olarak birbirlerini şerh ve beyân etmekteydi.

KURAN OKUYAN ONU EZBERLEYENLERE NASİHATLER

Kur’ân okuyan, onu ezberleyen ve hayata tatbik eden mü’minler de; Kur’ân ahlâkını yaşamalıdır.

Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-, Kur’ân-ı Kerim hâfızlarının bu ilâhî kelâmdan nasıl müteessir olmaları lâzım geldiğini şöyle ifade eder:

“Kur’ân’ı ezberlemiş olan kimse, şu vasıflarla tanınmalıdır:

  • İnsanlar uykuda iken gece kalkıp ibâdet etmesiyle,
  • Halk yemek yerken oruç tutmasıyla,
  • Başkaları sevinip eğlenirken âkıbeti için kederlenmesiyle,
  • İnsanlar gülerken kulluktaki acziyetinden dolayı ağlamasıyla,
  • Halk birbiriyle konuşurken sükûtuyla,
  • İnsanlar kibirlenirken tevâzuuyla…

Kur’ân’ı ezberlemiş birisinin; ağlaması, üzgün durması, vakarlı ve bilgili olması, tefekkür ve sükût hâlinde bulunması îcâb eder. Kur’ân ehli; katı yürekli, gafil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmaktan da sakınmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)

Yine Abdullah İbn-i Mes‘ûd şöyle der:

“Biz (Rasûlullah Efendimiz’in verdiği terbiye sayesinde) boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!”

Kur’ân-ı Kerim, Allâh’ın en yüce kelâmı… İzzet ve şeref onda… Onun nâzil olduğu ay da ayların en şereflisi… Kadir Gecesi, kadrini Kur’ân’dan almakta.

Peygamber Efendimiz her Ramazan, Hazret-i Cibrîl’e o seneye kadar nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. Mübârek ömürlerinin son Ramazân’ında bu arza-i ahîra adı verilen mukaddes tilâvet ve takdim iki kez tekrarlandı. Ramazanlarda camilerimizde ve evlerimizde okunan mukabeleler, o hâtıranın yâdıdır.

Peygamberimiz Receb ayından itibaren, o Kur’ân ve rahmet mevsimine kavuşmak için şöyle niyâz ederdi:

“Allâh’ım! Receb ve Şaban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazân’a ulaştır!” (Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; bu hazırlık muhtevâsı içinde, Şaban ayında oruçlar tutardı. Ecdâdımız da; Ramazân-ı şeriften önceki, haram aylardan biri olan Receb’i ve içinde Berat Kandili’ni de bulunduran Şaban ayını, «üç aylar» olarak, bir feyiz ve bereket zamanı olarak değerlendirmiştir.

Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözünü idrâk edersek, görürüz ki; sâlih zâtlar neredeyse bütün seneyi Ramazân’ı muhafaza ve ona erişme zamanı olarak görmüşlerdir:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 354)

Hazırlığımız ne kadar feyiz ve rûhâniyet içinde olursa, Ramazân-ı şerîfin rûhâniyetinden de o nisbette nasîb alabiliriz.

Bu hazırlığa niçin ihtiyaç duyulduğunu anlatmak için, şu mukayeseyi yapabiliriz:

Sanayi erbâbı; ticârî faaliyetlerini daha verimli hâle getirmek için zaman zaman eğitim ve çalışma kamplarına çekilirler.

Sporcular da yapacakları mühim müsabakalara «kader maçı» derler. Onlar da buna hazırlanmak için kamplara çekilirler. «İhtilâttan men» kararı alırlar.

Bunların tek gayesi, dünyevîdir.

Bir mü’minin ise gayesi Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmektir. Son nefesi, müslüman olarak verebilmektir.

Aslında dünya hayatının tamamı, insana, âhirete hazırlık için verilmiştir. Fakat dünyanın türlü meşgaleleri içinde, dikkatler dağılır. Uhrevî gayretleri erteleme hastalığı zuhûr eder. İşte böyle zamanlarda; üç aylar gibi mânevî kamplar, yeniden mü’minin asıl derdini ve endişesini hatırlara getirir.

Rahmetin tuğyân ettiği Ramazân-ı şerifler böyle mânevî birer kamptır. Receb ve Şaban ayları da Ramazân’a hazırlık kampıdır.

Ne kadar gayret edersek, o kadar istifâde ederiz.

Ne kadar ikrâm edersek o kadar ikrâm edilenlerden oluruz. Ne kadar affedebilirsek o kadar affedilenlerden oluruz.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Nisan, Sayı: 182