Allah Neden Bir Kuluna Eziyet Verirken Diğerine Rahatlık Veriyor?

İMAN

Allah neden bir kuluna eziyet verirken diğerine rahatlık veriyor. Rabbimiz neden bu konuda eşit davranmıyor? Bizler müslüman ailede doğduğumuz için mi Allâh’a inanıyoruz. İnanmayan aileden doğanların suçu ne? Sorularının cevabı...

EŞİTLİK BAŞKA, ADÂLET BAŞKA!

Sual: “Bizler müslüman ailede doğduğumuz için mi Allâh’a inanıyoruz. İnanmayan aileden doğanların suçu ne?”

Sual: “Allah neden bir kuluna eziyet verirken diğerine rahatlık veriyor. Rabbimiz neden bu konuda eşit davranmıyor?”

Bu iki sual, kader sırrıyla alâkalı olduğu için, birlikte cevaplandıralım.

İnsanlar, ekseriyâ eşitlik ile adâleti birbirine karıştırırlar. Eşitlik her zaman adâlet değildir.

Eğer eşitlikten bahsedecek isek; yukarıda saydığımız, akıl ve idrak nimetlerini Cenâb-ı Hakk’ın kullarına eşit şekilde verdiğini hatırlatırız.

Eşit olmayan şartlardaki insanlar, birbiriyle aynı şartlarda muhakeme edilirlerse o zaman adâletsizlikten bahsedilebilir.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın muhakemesi ve hesabı, her bir ferde husûsîdir. Cenâb-ı Hak, bu hususta insanların endişelerini izâle etmek için şöyle buyurmuştur:

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar…” (el-Bakara, 286)

Herkes, kendi bulunduğu şartlara göre imtihan olmaktadır.

Ayrıca Cenâb-ı Hak; hayattaki bütün zorluk, musîbet ve sıkıntıları, ecir vesilesi kılmıştır.

Meselâ bu cihanda âmâ olarak yaşayan kişiler, sabrederlerse; âhirette nâil olacakları nimetler karşısında, dünyada iken âmâ olduklarına şükredeceklerdir.

Allah kullarına zulmetmez. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez…” (enNisâ, 40)

İşte îman bu prensiplere de inanmayı gerektirir. Mü’min, Allâh’ın rahmetinden şüphe etmez. O’nun zulmedebileceğini düşünemez.

İslâm dîninin mutlak hakikat olmadığını iddia etmek için, bazı kişiler yukarıdaki sualde yer alan zihniyeti istismâr etmektedir:

“Herkes kendi anne-babasının, toplumunun dînine inanıyor. O hâlde, mutlak doğru bir inanç yoktur. İnanç, izâfîdir. Herkesin doğrusu kendisine göre doğrudur…” diyorlar.

Hayır, bu yaklaşım doğru değildir. İslâmiyet, asırlardır tebliğ ulaşmamış bir coğrafyada başladı. Oradaki insanlar; “Biz babalarımızın dîninden ayrılmayız!” dediler. Peygamberimiz, bu taassupla mücadele etti.

Her insanın, enfüsî âlemindeki imtihanı, şahsî olarak cereyan eder. Nice cami gölgesinde yetişmiş insan, maalesef îmânını kaybeder veya fısk u fücûra dalarken, İslâm’dan fersah fersah uzak diyarlarda doğup yetişen nice insanlara hidâyet nasîb olmaktadır.

Îman kaderi, bir sırr-ı ilâhîdir. Peygamberimiz’e yıllarca kol-kanat geren Ebû Tâlib’e îman nasîb olmaz iken; Hazret-i Hamza’yı katlettirip, ciğerini dişleyen Hind’e îman nasîb olmuştur. Bu nasiplerin hikmet tarafını bilmiyoruz. Zira bizim aklımız mahduttur.

Nitekim Kehf Sûresi’nde Musa -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasındaki kıssada; Musa -aleyhisselâm-, Hazret-i Hızır’ın gösterdiği üç vâkıayı akıl ile çözemedi ve itiraz etti. Fakat hikmetini Hızır’dan öğrendikten sonra, büyük bir huzur duydu.

Meselâ; Ebû Tâlib’in îmân etmeyişinin bâtınî sebebini bilmiyoruz fakat zâhiren şöyle demişti:

“–Ey yeğenim, sana îmân edersem, beni Kureyş’in kadınları ayıplar…” (Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 268 [et-Tevbe, 113])

Yani Kureyş kadınlarının ayıplamasını, Allah Rasûlü’ne tâbî olmaktan üstün tuttu.

Diğer taraftan;

Kelâm âlimleri ise; kendisine hiçbir ilâhî davet ulaşmayan, peygamber sesini işitmeyen bir kişinin, bu cihandaki bin bir azamet ve hikmet tecellîlerine bakarak, Allâh’ın varlığını ve birliğini tasdik etmesini zarûrî görmüşlerdir.

Şu da unutulmamalıdır ki;

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti de gazabı da küçük bir şey ile tecellî edebilir. Bunun hikmetini anlamak, bizim idrâkimizi aşar.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Yayınları, Aklın Cinneti DEİZM