Al-i İmran Suresinin 147. Ayeti Ne Anlatıyor?

KUR’ÂNIMIZ

Al-i İmran suresinin 147. ayetinde ne anlatılmak isteniyor? Allah yolunda sabreden müminlerin dualarından bir örnek verilen ayet; Al-i İmran suresinin 147. ayetinin meali ve tefsirini yazımızda okuyabilirsiniz...

Ayet-i kerimede buyrulur:

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا ف۪ٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

“Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sabit kıl, kâfir topluluğa karşı bize yardım et!” (Âl-i İmrân, 3/147)

ALLAH YOLUNDA SEBAT EDENLERDEN OLMAK

Bilgi

İnananlar tarihte nice sıkıntılar çekmiştir. Birçok peygamber, düşmanlarına karşı savaşmıştır. Allah’a inanan kimseler de peygamberlerle birlikte olmuşlardır. Bu kimseler, Allah yolunda karşılaştıkları zorluklara ve çektikleri eziyetlere rağmen yılmadılar, zaafiyet göstermediler.

Sabırla mücadeleye devam eden o müminler Rablerine dua edip kusurlarının bağışlanmasını istediler. Allah da onlara dünya ve ahirette mükâfatlar verdi. Bu ayet Allah yolunda sabreden müminlerin dualarından bir örnektir.

Mesaj

  1. Çekilen sıkıntılar karşısında Müslüman’a yakışan davranış, kusuru kendinde aramaktır.
  2. Zaferde de yenilgide de Yüce Allah’a sığınmak ve hak yoldan ayrılmamak gerekir.

Kelime Dağarcığı

İsraf: Aşırılık, haddi aşma.

Akdâm: Ayaklar.

Kaynak: Diyanet, Kur'an-ı Kerim'den Serlevha Ayetler

TEFSİR

  1. Ağızlarından dökülen söz sadece şuydu: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân eyle!”

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]

  1. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)

Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)

İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.

Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:

«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:

«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)

Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)

Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.

Dipnot:

[1] 146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91)

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri, kuranvemeali.com