Âl-i İmrân Suresi 164. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Kuran Meali ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi 164. ayeti ne anlatıyor? Âl-i İmrân Suresi 164. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Âl-i İmrân Suresi 164. Ayetinin Arapçası:

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ

Âl-i İmrân Suresi 164. Ayetinin Meali (Anlamı):

Gerçekten Allah, içlerinden bir Peygamber seçip kendilerine göndermekle mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. O Peygamber onlara Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü kötülüklerden temizliyor, onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Bundan önce onlar, hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Âl-i İmrân Suresi 164. Ayetinin Tefsiri:

Cenâb-ı Hak, insanlara peygamberler göndermekle çok büyük lutuf ve ihsanlarda bulunmuştur. Maddî mânevî bütün terakkî ve ilerleme hep peygamberler sâyesinde vücut bulmuştur. Allah Teâlâ’nın Son Peygamber’ini âlemlere rahmet olarak göndermesi ise hepsinden daha büyük bir nimettir. Bu sâyede “Câhiliye” adı verilen karanlık bir devir kapanmış, insanlar insanlık haysiyetlerine kavuşmuşlardır. Hattâ hayvanlar ve cansızlar bile rahata ermiş; insan, hayvan ve bitkiler için çileli ve endişeli günler son bulmuştur.

Bu büyük nimeti ihsan eden zat, Allah Teâlâ’dır. Burada Cenâb-ı Hak, en büyük ismi olan “Allah” ismini kullanmıştır. Bu ismi mü’min de, kâfir de, iyi de, kötü de herkes bilir. Dolayısıyla iyisiyle kötüsüyle bütün insanlığın Efendimiz (s.a.s.)’in kendilerine ne kadar büyük bir nimet olduğunu bilmeleri ve itiraf etmeleri için o nimeti ihsan edenin hususiyle bütün esmâ-i ilâhîyeyi câmi Hak Teâlâ’nın “Allah (c.c)” olduğu bildirilmiştir. Bu ifade insanları iman ederek ona tâbi olmaya ve onun ümmeti olabilme şerefine nâiliyete davette çok tesirlidir. Bu bakımdan “peygamber gönderme” nimetini anlayabilmek, o peygamberi gönderen Zât’ı tanımaya bağlıdır. Nitekim Halid b. Velid (r.a.)’ın şu hatırası bu hususu ne güzel izah eder:

Birgün Hâlid b. Velid (r.a.), Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allah’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et” demişti.

Hz. Hâlid (r.a.) ise:

“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez” deyince, kabîle reisi:

“–O hâlde hiç olmazsa anlayış ve kavrayışın nispetinde hulâsa et” dedi.

Bunun üzerine Hâlid (r.a.) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, kâinatın yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna göre, gönderdiğinin şânını, var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münavi, Feyzü’l-Kadir, V, 92)

Peygamberlerin insan olarak ve kendi kavimlerinden çıkması ayrı bir lutuftur. İnsanlar, kendi içlerinden olan kişinin ahlâk, karakter ve şahsiyetini daha yakından tanır, itimat eder, tâbi olur. Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır. Onu taklid eder ve onu daha kolay örnek alırlar. Bilmediklerini rahatça sorup öğrenir, davranışlarını rahatça taklid edebilirler. Böylece kolaylıkla ebedî kurtuluşa nâil olurlar.

Allah Resûlü (s.a.s.), aslında bütün insanlık için lutuf ve rahmettir. Ancak onun tevzi ettiği rahmetten daha çok müslümanlar istifade etmektedir. Bu sebeple âyet-i kerîmede “Mü’minlere büyük bir lutufta bulunmuştur” (Âl-i İmrân 3/164) buyrulmaktadır.

İbn Abbas (r.a.), “Rasûlüm! Biz, seni bütün varlıklar için ancak eşsiz bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 21/107) âyeti hakkında şu açıklamayı yapar:

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne îman ederse o dünyada ve âhirette tam olarak rahmete nâil olur. Diğer taraftan kim de Allah’a ve Rasûlü’ne îman etmezse, önceki kavimlerin dünyada uğradığı «yerin dibine geçme», «maymuna çevrilme», «üzerlerine taş yağdırılması» gibi ilâhî azaplardan muhâfaza edilir. Bu, onun, Allah Resûlü sâyesinde nâil olduğu dünyevî rahmettir.” (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, V, 486)

Dolayısıyla müslümanlar, Peygamber Efendimiz için gösterdikleri fedâkârlıkları gözlerinde büyütmemelidir. Zira, onun üzerimizdeki hakkını ödemeye gücümüz yetmez. Aksine, böylesine muazzam bir nimete nâil eylediği için Allah’a hamd ve şükür hâlinde olmak îcâb eder:

Resûlullah (s.a.s.) ashâbında halka olmuş oturan bir grubun yanına gelmişti. Onlara:

“–Burada niçin oturuyorsunuz?” diye sordu.

“–Oturduk Allah’ı zikrediyor, bizi dinine hidâyet ettiği ve seninle bize sayısız nimetler lutfettiği için O’na hamdediyoruz.” dediler. Efendimiz:

“–Sırf bu maksatla oturduğunuza dâir Allah’a yemin edebilir misiniz?” buyurdu. Onlar:

“–Allah’a yemin olsun ki sadece bu maksatla oturduk!” dediler. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“–Bakın, size güvenmediğim için yemin ettirmiş değilim. Bana Cebrâil (a.s.) geldi ve Allah -azze ve celle- Hazretleri’nin sizinle meleklerine karşı övündüğünü haber verdi.” (Nesâî, Kudât 37/5423; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 92)

Allah Teâlâ bu ayette Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’i göndermekle mü’minlere olan nimetlerini şöyle ifade buyurur:

Birincisi; Peygamber onlara Allah’ın Âyetlerini Okuyor: Pey­gam­ber­le­rin üm­met­le­ri­ni hak yo­lu­na daveti, ge­len vah­yin okun­ma­sıy­la baş­lar. An­cak bu va­zî­fe, in­san­la­rı umu­lan he­de­fe ulaş­tır­ma­da ilk mer­ha­le­dir ve bir ze­mîn teş­kîl eder.

İkincisi; onları maddi ve mânevî bütün kirlerden temizleyip tezkiye ediyor: Tev­hîd daveti­nin mak­sa­dı­na ulaş­ma­sı, an­cak ne­fis­le­ri kü­für, şirk ve gü­nah gi­bi mâ­ne­vî kir­ler­den te­miz­le­yip hu­şû ve hu­zû­ra er­dir­mek­le müm­kün­dür. Ni­te­kim mâ­zî­si câ­hi­liy­ye in­sa­nı olan as­hâb-ı ki­râm, hi­dâ­yet bu­lup Allah Resûlü (s.a.s.)’in fe­yiz­li soh­be­ti ve mâ­ne­vî ter­bi­ye­siy­le gö­nül­le­ri­ni arın­dır­dık­la­rı an­da dünya­nın en müm­taz in­san­la­rı hâ­li­ne gel­di­ler. On­la­rın, dil­ler­de ve gö­nül­ler­de do­la­şan fazilet men­kı­be­le­ri çağ­la­rı ve ik­lim­le­ri aş­tı. Bu mübârek nesil insanlığa bir saadet devri armağan etti.

Üçüncü olarak onlara Kitap ve hikmeti, yani Kur’an ve sünneti öğretiyor: Bu mer­ha­le­de ise uyul­ma­sı ge­re­ken kanun­la­rı ve hü­küm­le­ri be­yân eden ki­ta­bın, yâ­ni Kur’ân-ı Ke­rîm’in tâ­li­mi ge­lir. Kur’ân-ı Ke­rîm’in rû­hun­da de­rin­le­şe­bil­mek, kal­bî se­vi­ye­ye, yani takvâya bağ­lı­dır. Takvâ ise nefsânî arzuları bertaraf edip, ruhânî istidatları inkişâf ettirmektir. Kulun daimâ ilâhî murakabe altında olduğunun kalpte bir ideal ve şuur hâline gelmesidir. Ancak Kur’ân-ı Ke­rîm, bütün kirlerden arınıp tertemiz hale gelmiş selîm bir kalple oku­nur, kalpler mânası üzerinde derinleşir. Herkes aynı rahle başında oturur, kalbinin durumuna göre Kur’an kendisini ona açar. Göz­ler ise kal­p için sadece ba­sit bir va­sı­ta hük­mün­de­dir.

Peygamber’in öğrettiği “hikmet” kelimesine şu mânalar verilmiştir:

    Kur’an,

    Kur’an’ın tefsirini bilmek, mânalarını anlamak,

    Öğütler, âdâb, ilim, adâlet, hilim, kötülükten uzak durmak, ameli sağlam yapmak, eşya ve olaylardaki gerçeklerin sırrını sezebilmektir.

    Peygamber (s.a.s.)’in sünnet-i seniyyesi: İmam Şâfî (r.h.) bu ve benzeri âyetleri delil getirerek hikmetten maksadın sünnet olduğunu ve Kur’an’la birlikte sünnete uymanın da farz olduğunu ifade eder. Sünet-i seniyyeye ittiba edip yaşandığını en güzel misali ashâb-ı kirâm (r.a.) hazeratıdır. Onlar tüm hareket ve davranışlarında sünnet-i seniyyeyi sergilemişlerdir.

Dördüncü olarak Peygamber onları kıyamet günü büyük bir azaba götürecek açık bir sapıklıktan kurtarıp onlara doğru yolu gösteriyor.

Bu nimetlerin her biri daha sayılmayacak nice nimetleri ihtiva etmektedir. Bunları tüm incelik ve detaylarıyla ancak Allah Teâlâ bilir.

Cenâb-ı Hak en büyük lutuflarda bulunup dururken ve Peygamberimiz (s.a.s.) âlemler için böylesine büyük bir nimet iken, müslümanların mağlûp olmaları veya geri kalmaları kendi hatâları sebebiyledir. Bu husûsu ve bir de Uhud’da başa gelen musîbetlerin hikmetlerini açıklama sadedinde buyruluyor ki:

Âl-i İmrân Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi 164. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...