Ahiret Hayatını Ziyan Eden İsraf

Cemiyet Hayatımız

İman ve itikadda israf, israfların en korkuncudur. Aklî ve kalbî haysiyeti muhâfaza edemeyip idrâki bâtıllara, efsânelere, hurâfelere ve kötü fikir cereyanlarına kaptırmak sûretiyle insanın yaratılışında mevcûd olan “İslâm fıtratı”nın sâfiyetini zedeleyerek ebedî saâdeti ziyân etmektir.

Îmânı zaafa uğratmak, ekseriyetle fâsıklarla ülfetten doğan bir mânevî felâkettir. Rabbimiz, biz kullarını bu hâle düşmekten îkaz sadedinde şöyle buyurmaktadır:

“Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’am, 68)

Zîrâ fâsıklarla olan alâka ve fikrî yakınlık, zamanla kalbî yakınlığa, o da îmânı zaafa uğratarak ebedî hayâtın helâkine sebebiyet verir. Bu îman isrâfının başlıca sebepleri, âyetlerde şöyle ifade edilir:

“Cennetlikler, günahkârlara: «Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye sorarlar. Suçlular derler ki: «Biz namaz kılanlardan değildik, fukarâya yemek yedirmezdik, (dünyâya) dalanlarla birlikte dalardık, cezâ gününü de yalan sayardık.” (el-Müddessir, 40-46)

Bu âkıbete düşmemenin yolunu da Yüce Rabbimiz:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) âyetiyle beyân etmektedir.

Diğer bir âyet-i kerîmede de Allâh’ın âyetlerine, yâni emir ve nehiylerine gâfilâne ve boş nazarlarla bakmayıp duygu derinliğine varmanın zarûreti şöyle ifade edilmektedir:

“Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73)

Bu bakımdan, meselâ kalbî idrak melekelerini asıl yaratılış maksadının dışında kullanıp Allâh’ın âyetlerini hiç görmeyen insanlar da, hislerinin duyarsızlığı sebebiyle bir hissiyat isrâfına düşmüşler demektir. Âyet-i kerîme ise isrâfın acı âkıbetini şöyle beyân etmektedir:

“…Muhakkak ki Allah, isrâf eden ve çokça yalan söyleyen kimseleri hidâyete erdirmez.” (el-Mü’min, 28)

Bir de îtikadda sapmalar, yâni ölçüyü kaçırmalar vardır ki, bunların en mühimlerinden biri de sâlih kimselerin kabirlerini ziyâret ederken hâcetleri doğrudan doğruya onlardan istemektir. Yapılması gereken; onların dünyâ hayâtındaki sâlih amellerini tefekkür edip Cenâb-ı Hak katındaki yüksek mevkîlerini düşünerek onların hürmetine Allah Teâlâ’dan istemektir.

KİMLER ŞEFAAT EDECEK?

Bununla birlikte sâlih kimselerin “şefâat”ine kayıtsız şartsız güvenerek “Şu zât bana şefâat eder” demek de bâtıl bir akîdedir. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi ancak; “O gün, Rahmân’ın şefâat izni verdiği…” (Tâhâ, 109) kişiler şefâatte bulunabilecektir.

Sâlih kimselerin her şeyi bildiğini, kalplerden geçeni okuduğunu söylemek de yanlıştır. Onlar ancak Allah Teâlâ bildirdiği takdirde bilebilirler. Yoksa peygamberler dahî her şeyi bilemezler.

Hazret-i Peygamber bâzı sorulara; “Sorulan bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” buyururdu. Nitekim İfk Hâdisesi’nde vahiy bir ay sonra gelmiş, bu arada Allah Resûlü meselenin hakîkatine dâir bir şey söyleyememiştir. Tebük Seferi’nden ihmâl ve gaflet sebebiyle geri kalan üç kişi hakkındaki vahiy de yine elli gün sonra gelmiştir.

Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh-, Medine’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:

“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi. Resûlullah müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” dedi. Allah Resûlü şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben Peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yâni başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ der ki:

“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim, (sadece Rabbimden hayır ümîd ettim).” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“De ki: Ben Peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilemem. Ben sadece bana vahyedilene tâbî olurum. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (el-Ahkâf, 9)

Bir kimse Hazret-i Yâkûp’a (a.s.):

“–Ey kalbi münevver, akıllı Peygamber! Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan gelirken duydun da, neden yanı başındaki kuyuya atılırken onu görmedin?” diye sorar. Yâkûp (a.s.) cevâben:

“–Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasip, çakan şimşekler gibidir. Bundan dolayı, bize bâzen çok uzaklar ayân olur, bâzen de en yakınımız bile kapalı kalır!” buyurur.

İnsanların birbirlerine yaptığı gelişigüzel ve gâ­fi­lâ­ne iltifatlar ­da, me­n edilmiş olan israflar cümlesindendir. Resûlullah:

“Birinizin kardeşini medhetmesi gerekiyorsa ve onda o vasıflar varsa, «Falanı şöyle zannediyorum, Allâh ona kâfîdir, Allâh’a karşı kimseyi tezkiye etmem, zannederim şöyle şöyledir.» gibi güzel sözler söylesin.” bu­yur­muş­tur. (Buhârî, Şehâdât, 16)

Îmânın kemâli, vahiyle mezcolmuş kâmil bir akla; aklın kemâli de, içindeki îman nûruna, yâni kalbin olgunlaşmasına bağlıdır. İlâhî nûrdan mahrum, hurâfe ve efsânelerle dolu îtikad ve fikirler; yağsız kandiller veya cereyansız ampüller gibidir. Vahyin kontrolünden mahrum böyle bir akıl da ölçüsüz ve dengesiz cereyan alan ampül gibi günün birinde mahvolup gitmeye mahkûmdur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Öyle Bir Rahmet Ki, Erkam Yayınları