Abbasiler

İslam Tarihi

Abbasi Devleti (Abbasiler) ne zaman, nerede ve kim tarafından kuruldu? Abbasiler döneminde neler olmuştur? Abbasilerin Türklerle iyi ilişkiler kurmasının sebebi nedir? Abbasilerin kuruluşu, önemli olayları ve yıkılışı.

Abbasiler, Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın soyundan gelen ve 750-1258 yılları arasında hüküm süren hânedandır.

EMEVİLERİN EHL-İ BEYTE VE ZÜLMÜ VE BASKISI

Hazret-i Peygamber döneminde gönüllerde başlayan köklü değişim, öncelikle Arap Yarımadası’nda idaresini Hazret-i Peygamber’in yürüttüğü bir İslâm devletinin oluşmasına yol açmıştı.

Ancak Dört Halîfe döneminde meydana gelen inanılmaz zaferlerin ardından giderek bir imparatorluk büyüklüğüne ulaşan İslâm Devleti; Emevîler döneminde, İslâmiyet’in rûhuna yani devletin var oluş felsefesine taban tabana zıt birçok uygulamayla karşı karşıya gelmişti. En azından idare temelinde inananlar açısından utanç verici ve izahında zorluk çekilen yanlışlar istisnaî bir durum olmaktan çıkmıştı. Çoğunluğu Dört Halîfe döneminde olmak kaydıyla İslâmiyet’e giren bölgelerdeki yeni Müslüman olan milletlerin eğitimi ihmal edilmiş, kabullendikleri Müslüman kimliği derinleştirilememişti. Baş döndürücü bir sür’atle İslâmiyet’e geçen ve İslâm devletinin tebaası olan kitlelere, aynı sür’atle Hazret-i Peygamber döneminin merhamet ve adaleti öne çıkaran İslâm anlayışı kazandırılamamıştı. Emevîlerin, başta Hazret-i Peygamber’in ev halkına takındığı düşmanca tavır olmak üzere, geniş kitleler üzerinde kurdukları baskı, bazı sahâbîlere karşı gösterdikleri hürmetsiz tavır ve Araplardan bir, Arap olmayandan iki vergi almak gibi İslâmiyet’in rûhuna aykırı uygulamaları çok geniş bir muhalif kitlenin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Emevîlere muhalefetin önüne geçilemezdi. Ancak muhalefet acaba hangi temel değerler ve manivelâ üzerinden yapılacaktı?

Emevî tarihine bakınca satır başlarını incelemek bile bu hareketin alternatifinin kim olabileceğinin ve neleri bayrak yapabileceğinin ipuçlarını taşımaktaydı.

Hazret-i Peygamber’in damadı, râşid halîfe Hazret-i Ali’nin şehit edilmesinden sonra yönetimi ele geçiren Emevîler, kendileri için en büyük siyasî tehdit olarak gördükleri Hazret-i Peygamber’in ev halkını (Ehl-i Beyt) gözetim altına almışlardı. Bu dönemin bir parçası olarak Hazret-i Hasan’ı, hilâfeti kendilerine devretmeye mecbur bırakmışlar, direnen Hazret-i Hüseyin’i ise şehit etme cür’et ve küstahlığından sakınmamışlardı. Ömer bin Abdülaziz dönemi dışında hemen hemen tüm Emevî tarihi boyunca hutbelerden Hazret-i Ali’ye ta‘n ve sövgü sıradan bir cürüm hâline getirilmişti.

Gayet tabiîdir ki, Haşimoğullarından Hazret-i Ali’nin evlâtları da kaynak ve delillerini bizzat Peygamber evinde yaşanmış değerlerden alarak Emevîler aleyhinde bir muhalefet geliştirmişlerdi. Emevîler; sadece Hazret-i Peygamber’in ev halkının temsilcisi olan Hazret-i Ali ve evlâtlarına değil, sahâbe ve tâbiînden mûteber birçok zâta da zulüm ve baskıdan geri durmamışlardı.

Öte yandan Emevîlere önemli bir muhalefet de Hâricîlerden geliyordu. Dar düşünceli, kıt akıllı, firâset ve basîretten mahrum olsalar da, Hâricîler diye bilinen bu topluluk; temel kaygıları tetkik edildiğinde, dini daha iyi yaşama istekleri öne çıkan bir kimliğe sahiptiler. Şüphesiz muhalefetin topluluk olarak malzemesi yeni fethedilen topraklarda yaşayan halk kitleleriydi.

Abbasîler, Emevîlerin baskıcı yönetimine karşı muhalefeti çok iyi organize etmişlerdi. Daha Hişam bin Abdülmelik döneminden itibaren gizlice teşkilâtlanmış, meşrûiyetlerini; iktidarın Hazret-i Peygamber’in ehl-i beytine ait olduğu kabulü üzerine oturtmuşlardı. Hazret-i Peygamber’in amcası Hazret-i Abbas’ın soyundan geldikleri için kendilerini de ehl-i beyte sahip çıkma konusunda yetkili görmekteydiler.

Nitekim Emevîlerin son otuz yılında, güttükleri dâvânın «Ehl-i Beyt’in haklarını koruma» olduğu tezini işleyerek muhalefetin olgunlaşmasını beklemişlerdi. Bu zaman zarfında Hazret-i Ali’nin evlâtları etrafında kümelenen sevgi hâlesini görüyorlar, onlarla çatışmadan, onların gücünü kendi lehlerine kullanmanın altyapısını hazırlıyorlardı.

ABBASİLER (750-1258)

Nihayet 750 yılında Horasan eyaletinde Ebû Müslim önderliğinde başlayan ve kartopu gibi büyüyerek etkisini artıran isyan, Şam’ın ele geçirilmesi ile başarıya ulaştı.

Ancak Peygamberimiz’in Ehl-i Beyt’ini bayrak edinerek iktidara gelen Abbasîler, kısa bir süre sonra Hazret-i Ali’nin evlâtlarına, Emevîler dönemindeki haksız muamelenin bir benzerini reva görmekten çekinmediler. Ehl-i Beyt savunucularının ve dolayısıyla iktidarın meşrû temsilcisinin kendileri olduğunu ileri sürerek Hazret-i Ali’nin evlâtlarıyla yollarını ayırdılar. Oysa Abbasîler adına halkı yönlendiren davetçiler, kendilerini bir iktidar isteklisi olmaktan çok, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtmışlardı. İleri sürdükleri dâvâ, haksızlığa karşı hakkın korunması dâvâsı idi. Bey’ati de kendileri adına değil, ileride Peygamber ailesinden ittifakla belirlenecek bir şahıs adına almışlardı.

ABBASİ İHTİLALİ

750 yılında Ebu’l-Abbas Abdullâh’ın Kûfe’de halîfe ilân edilmesiyle yeni bir dönem başlamış oldu. Hazret-i Peygamber’in vefatından 118 yıl sonra işbaşına gelen Abbasîlerle birlikte İslâm devleti, hâkim Arap karakterinden sıyrılarak İran etkisinin ağır bastığı bir İslâm devletine dönüştü. Böylece Araplar da, Arabistan da bu yeni devletin hâkim unsuru olma rolünü kaybetmişti. Öyle ki, Abbasî halîfesi kendini Sasanî medeniyetinin vârisi olarak görmekteydi. Devlet, Sasanîlerin saray örf ve âdetini, medeniyetini, mimarîsini ve zenginliğini benimsemişti. Oysa Emevîler Hazret-i Peygamber’in cihanşümûl İslâm devletini giderek bir Arap devletine dönüştürmüşler; yönetim ve orduda Arapları, mevâlîye (Arap dışı unsurlara) üstün tutan bir anlayışı benimsemişlerdi. Esasen Araplar da tarihte izini sürebilecekleri bir devlet tecrübesine sahip değillerdi.

Dört Halîfe ve Emevîler döneminde gerçekleştirilen fetihlerle Müslüman Araplar Mezopotamya, İran ve Mısır gibi kadîm medeniyetlerin yer aldığı bölgelerin büyük bir kısmını ele geçirmişlerdi.

ABBASİLER DÖNEMİNDE TÜRKLER İÇİN SAMARRA ŞEHRİ NEDEN KURULMUŞTUR?

Abbasîler bu geniş memleketlerde günlük hayatı sevk ve idare edecek, vergi toplayacak, askerlik ve güvenlikle ilgili işleri yoluna koyacak devlet birimlerinin oluşturulmasında mevâlîden (Arap olmayan unsurlardan) önemli ölçüde yararlandılar. Bununla beraber diğer milletlere yapılan ikinci sınıf insan muamelesine son vererek daha hoşgörülü bir devlet yapısı oluşturdular. Ümmet şuuruna daha yatkın olan bu tavır, Arap olmayan milletlerin İslâmiyet’e geçişlerini hızlandırdı. İranlılar ve Türkler bu dönemde hızla İslâmiyet’e geçtikleri gibi, İslâm devletinde çeşitli görevler de üstlendiler.

Yeni devletin maliye ve yönetim işleri, İran’ın Toharistan bölgesinden Bermekoğulları tarafından düzenlendi. Türkler için hususî olarak Samarra şehri kurularak onların askerî yönünden faydalanıldı. Nitekim Harun Reşit’in oğulları Me’mun ve Mu‘tasım dönemlerinde Türklerin orduda ve dolayısıyla devletteki ağırlıkları artmıştı. Kaynaklar Me’mun döneminde ordudaki Türk askerlerinin sayısını 8-10 bin olarak göstermektedir.* Halîfe Mu‘tasım ise zaten Türklerin desteği ile halîfe olmuştu.

Abbasî İhtilâli’nin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Horasanlılar yeni devletin yüksek makamlarını paylaştılar. Hareketin askerî lideri Ebû Müslim büyük bir nüfuz ve iktidar sahibi oldu. İlk halîfe Seffah âdeta onun gölgesinde kalmıştı. Halîfe Mansur, Ebû Müslim’in bu hâkimiyetine daha fazla tahammül edemeyerek onu öldürttü. Bermekî ailesi devlet içinde bütün bürokrasiyi elinde tutan kudretli bir konumda idi. 803 yılında Harun Reşit bir bahane ile Bermekî ailesini bertaraf etti.

HARUN REŞİT DÖNEMİ

Beş yüz yıl devam eden Abbasîler dönemi İslâm tarihinin dördüncü büyük halkasını oluşturur. Bu dönemin en parlak yılları Harun Reşit’in iktidar dönemidir. Bu dönemde, Bizans’la yapılan savaşlarda başarılı olmak, sınır güvenliğini sağlamak ve İslâm dinini yaymak amacıyla Diyarbakır’dan Tarsus’a uzanan hat boyunca Avâsım ismi verilen ordugâh şehirleri oluşturuldu. Bizans’a akınlar tekrar başladı. Abbasî ordusu Konya’ya kadar geldi. Zor durumda kalan Bizans İmparatoriçesi İrene yılda 90 bin dinar vergi vermeyi kabul edince ordu Bağdat’a geri döndü.

Bizans’la savaşılırken Batı Avrupa ile daha çok barışa yönelik bir ilişki geliştirilmişti. Nitekim Frenk Kralı Şarlman, Harun Reşit’e elçiler göndererek Hıristiyanların Kudüs’ü serbestçe ziyaret etmelerine izin verilmesini istedi. Harun Reşit, Şarlman’ın bu ricasını kabul etmekle kalmamış, ona elçiler vasıtasıyla içerisinde henüz Avrupa’da bilinmeyen çalar saatin de bulunduğu hediyeler göndermişti.

9. yüzyıl başlarında halîfelik; dünyanın en zengin ve güçlü devleti, başkenti Bağdat da medeniyetin merkeziydi. Bu kentte bin tane diplomalı hekim, ücret alınmayan büyük bir hastane, düzenli bir posta hizmeti, bazıları Çin’de şube açmış olan birçok banka, mükemmel bir su kanalı şebekesi, bir atık su sistemi ve bir kâğıt imalâthanesi bulunmaktaydı. Su kanalı şebekesi; Harun Reşit’in, bu iş için 23 milyon dinarlık bağış yapan eşi tarafından finanse edilmişti.

Ünlü romancı Amin Maalouf, doğuya geldiklerinde henüz deri üzerine yazmakta olan batılıların buğday samanından kâğıt imal etme sanatını Suriye’de öğreneceklerini yazarak Bağdat’ta yükselen İslâm kültür ve medeniyetinin geldiği noktayı ortaya koymaktadır.

BAŞKENT BAĞDAT

Başkent Bağdat, ticaret yollarının kesiştiği bir noktada kurulmuştu. Anadolu ve başta Çin olmak üzere Uzakdoğu’dan gelen yollar burada birleşiyordu. Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan İslâm dünyasının ünlü bilginleri kısa zamanda bu yeni kentin cazibesine kapıldılar. Filozoflar, matematikçiler, şairler, sanatçılar, toplum fertlerini nefsin azgın isteklerine karşı hazırlayan cemaat liderleri akın akın gelerek Bağdat’ta toplandılar.

Bağdat, bin bir gece masallarında anlatılan refahın doruğuna Halîfe Harun Reşit zamanında ulaştı. İlerleyen dönemlerde tarıma dayalı zenginliği artan Bağdat, aynı zamanda bölgenin önemli bir ticaret ve kültür merkezi hâline geldi. Ortaçağ’da dünyanın hiçbir şehrinin nüfusu henüz 100 binlere ulaşmazken, bütün İslâm dünyasının merkezi konumuna gelen Bağdat, çok sayıda fikir ve ilim adamının yaşadığı, akademi çapında okulların açıldığı, bir milyona ulaşan nüfusuyla göz kamaştıran bir dünya şehri idi.

TERCÜME HAREKETLERİ VE BEYTÜ’L-HİKME

İslâm dünyasında âlimlerin yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamışlardır.

İlk kütüphane Bağdat’ta Harun Reşit zamanında kuruldu. Harun Reşit’in veziri Câfer bin Yahya el-Bermekî ise ilk kâğıt fabrikasını kurmuştur. Temelini Harun Reşit’in attığı ve Me’mun’un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytü’l-Hikme, Abbasîler döneminde Bağdat’ın en büyük kütüphanesine sahipti. Beytü’l-Hikme Araplara ait her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir kütüphane idi. «Hizânetü’l-Hikme» veya «Hizânetü’l-Kütüb» denilen kütüphaneler birer öğretim müessesesi olarak da büyük hizmet vermişlerdir. Bunların en önemlileri Beytü’l-Hikme, Büveyhî veziri Sabur bin Erdeşir’in kütüphanesi ve Mustansıriyye Medresesi kütüphaneleridir.

Beytü’l-Hikme’nin binaları tarihte ilk defa Dicle nehrinin solunda Rasafe bölgesinde 800 yılında Harun Reşit’in kızı Ümmü Habib adına inşa edilmiştir.

Halife el-Mansur’la birlikte yoğun tercüme faaliyetleri, felsefe metinleri ve farklı bilim dallarıyla ilgili kitaplar İslâm dünyasında tenkit mantığının gelişimine zemin hazırladı. Bu doğrultuda yeni telif eserler yazıldı. Müslümanlar tercüme eserler yoluyla ödünç aldıkları Antik-Yunan bilimini yeniden yorumlayarak bambaşka bir çehreye büründürmeyi başardılar.

Hıristiyan dünyası da Yakın Doğunun hâkimi Müslümanların İran, Suriye ve Mısır’dan taşıdıkları bilgilerden yararlandı ve bilhassa İspanya; Arap-Yunan medeniyeti ile batı medeniyetinin kültür takasının yapıldığı yer oldu.

Araplar, Suriye ve İran’ı fethettikleri zaman, Yunan ve Hint düşüncelerinin buluşmasıyla zenginleşmiş ileri bir medeniyetle ilişki kurdular. Bir yandan Sâsânîlerin yaydığı Yunan kültüründen yararlanırken bir yandan da Hint medeniyetinin ve felsefesinin elemanlarını İslâm ilkeleriyle birleştirerek yepyeni bir karışım ve oluşum meydana getirdiler.

9. yüzyıldan itibaren muazzam İslâm coğrafyasının tek bir merkezden yönetilmesinde büyük güçlükler baş gösterdi. Bu durumu aşmak için geniş yetkilerle donatılmış «emîr-i ümerâlık» sistemine geçildi. Bu sistemin gereği olarak eyalet valilerinin yetkileri oldukça artırılmıştı. Bu yetkileri daha da abartarak yorumlayan bölge valileri, zamanla İslâm dünyasının parçalanmasına yol açacak yeni bir dönemi başlattılar. Bu dönemin sonunda halîfeler, siyasî etkilerinin sadece Irak’la sınırlı kaldığı, diğer İslâm beldelerinde ise sadece rûhânî ağırlığı olan güçsüz bir vaziyete düştüler. Esasen Abbasîler, Emevîler’in aksine, dünyevî otoriteden daha çok rûhânî otoriteye eğilimli bir iktidar anlayışına sahipti. Halîfeler toplum içerisinde dinî merasimlere dikkat eder, rûhânî liderliklerine zarar verecek alenî uygunsuzluklardan kaçınırlardı.

Parçalanma süreciyle beraber Kuzey Afrika’da Ağlebîler, Fatımîler; Mısır’da Tolunoğulları ve İhşidîler; Suriye’de Hemdânîler; Horasan’da Büveyhoğulları; İran ve Horasan’da Samanoğulları bu parçalanmanın mahallî yansımalarını oluşturmuşlardı. İspanya’da Endülüs Emevîleri zaten 756 yılında istiklâlini ilân etmişti. Bu dönemden itibaren İslâm dünyası bir daha bütün Müslümanları kapsayan bir bütünleşmeyi yakalayamadı. Bu bütünlüğe en çok yaklaşabilen İslâm devleti, 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti oldu.

ABBASİLERİN YIKILIŞI VE MOĞOL İSTİLASI

13. yüzyıla gelindiğinde Abbasî halîfeliğinin maddî ve mânevî nüfuzu giderek azalmıştı. Halîfenin siyasî gücü Irak’ın ancak yarısını kapsamaktaydı. Büyük Selçuklu Devleti parçalanmış, Mısır’da Eyyûbîler, Güneydoğu Anadolu’dan Hicaz’a kadar uzanan bir hâkimiyet kurmuşlardı. İslâm dünyası yoğun Haçlı saldırıları altında büyük bir çalkantı içerisine girmişti. Diğer taraftan Moğollar; Cengiz Han idaresinde Çin’e karşı yaptıkları başarılı akınlardan sonra, 1218 yılından itibaren batıya yönelerek İslâm dünyasını istîlâ etmeye başladılar. Hârizmşahlar Devleti’nin ortadan kaldırılmasından sonra İran ve Irak’ta Moğollar’ın karşısında duracak kuvvet kalmamıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Hârizm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerliyorlardı.

Cengiz Han’dan sonra da Moğol İstîlâsı devam etti. Onun torunlarından Hülâgû, İran’da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine geldi. Bağdat Moğollar’a karşı dayanacak güçte değildi. Barış teşebbüslerinden de hiçbir müspet netice alınamayınca son Abbasî Halîfesi Musta’sım, devlet erkânı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülâgû, teslim olanların hepsini idam ettirdi. Kuruluşundan kısa süre sonra parlak dönemi iç çekişmelerle solan, büyüklüğü ve zenginliği sebebiyle devamlı saldırılara uğrayan, beş asırdan beri İslâm dünyasının başşehri durumunda olan Bağdat, 1258 yılında 800 bin kişinin kılıçtan geçirildiği Moğol İstîlâsı’yla bir daha eski ihtişamına ulaşamayacak şekilde yıkıma uğradı. Bütün İslâm şehirlerinde olduğu gibi Bağdat da dünya tarihinde eşine pek az rastlanır cinayetlere şahit oldu. Bütün medenî müesseseler Moğollar tarafından yerle bir edildi. Camiler ahır hâline getirildi; kütüphaneler tahrip edildi, kitaplar yakıldı veya Dicle Nehri’ne atıldı.

Moğolların Bağdat’ı işgali İslâm tarihinde büyük bir felâket olarak kabul edilmektedir.

750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbasiler, İslâm tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hânedandır.

Kaynak: Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, Yüzakı Dergisi, 3 Temmuz 2008