1. Ahmed'in Mânevi Eğitimi Nasıl Oldu?

Osmanlı Tarihi

I. Ahmed Han, Kânûnî’den sonra devlet işleri ile bizzat ve yakînen meşgûl olan nâdir sultanlardan biri idi. Çocuk yaşta pâ­di­şah olmuş, daha o yaşta bile zekâsı ve rûhî derinliği sâ­ye­sinde mükemmel kararlar alıp, devleti yönlendirmiştir. O, dâimâ ilim ve irfan sahipleri ile istişâre ederdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri gibi bir velînin başarılı bir talebesi idi.

Edebali Hazretleri, nasıl Osman Gâzi’yi mânen yetiştirip devâsâ bir devletin temelinin atılmasına âmil olmuş ise, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de 1. Ahmed Hân’ın mâneviyat âleminde merhaleler katetmesine vesîle olmuş ve böylece onun zâhirî meziyetleri yanında Osmanlı coğrafyasına engin bir adâlet, merhamet ve huzur sûretinde akseden büyük şahsiyetini ortaya çıkarmıştır.

Dolayısıyla 1. Ahmed Hân’ın Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne karşı son derece büyük bir meclûbiyeti olmuştur. Bu meclûbiyet de, 1. Ahmed Hân’ı, sahip olduğu zâhirî saltanat imkânlarına rağmen büyük bir istiğnâ ile mâneviyat âleminin zirvesine erişmesine sebep olmuştur.

Sultan 1. Ahmed Hân’ın mânevî kemâlât yolunda ilerlemesi, görmüş olduğu şu rüyâ ile başlamıştır:

Sultan Ahmed, bir gün rüyâsında; Avusturya kralı ile güreşe tutuştuğunu, sırtüstü yere düştüğünü ve sırtının toprağa yapıştığını gördü. Ürpererek uyandı. Çok heyecanlandı. Üzüldü. Çünkü rüyânın zâhirî görünüşü korkutucu idi.

Saraya tâbirciler dâvet edildi. Lâkin rüyânın yapılan tâbirleri, Sultan Ahmed’i tam olarak tatmin etmedi. Devlet erkânı, Ahmed Hân’a, bu rüyâyı bir kere de Üsküdar’da bulunan Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne tâbir ettirmesini tavsiye etti. Ahmed Han, bir mektup yazarak rüyâsını Hüdâyî Hazretleri’ne arz etti.

Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hü­dâ­yî’nin kapısını çaldı. Büyük velî Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, elinde daha önce hazırlamış olduğu bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, ona bunu verdi ve:

“–Sul­tâ­nımızın beklediği cevap burada yazılıdır!” dedi.

Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, der­hâl Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı. Ahmed Hân’ın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan kerâmeten cevaplandırılmıştı. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu:

“–Allah Teâlâ, insan vücûdunda sırtı, kâinâtta ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımız’ın sırtının toprağa gelmesi ile bu iki kuvvet birleşmiş demektir. Dolayısıyla, bu rüyâdan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımız’ın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşılmaktadır...”

I. Ahmed Han, bu tâbirden çok memnun oldu ve:

“–İşte gördüğüm rüyânın gerçek tâbiri budur!” dedi.

Bu rüyâ, istikbâldeki Estergon Kalesi’nin fethini müjdeliyordu.

Bu müjdeye pek sevinen Sultan, der­hâl Mahmûd Hüdâyî Hazret­le­ri’nin duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya üstüste darbeler indirmeye başladı ve onları sulha mecbûr etti. Bilhassa Estergon’un ele geçirilmesi, Avusturyalılar’ı perişân etmişti. Böylece on üç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihâyete erdi ve yirmi yıl müddetle antlaşma imzâlandı. Bu antlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılar’a geçmiş, Avusturya savaş tazminatı ödemeye mecbur kalmıştır.

Sultan Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin büyüklüğünü böylece keşfetmiş oldu. Bu zaferden sonra ona bağlılığı bir kat daha arttı.

Bu da gösteriyor ki, her devirde mürşidlerin teveccühleri, ruhları devlet gâilelerinden bunalan büyük idârecilere dâimâ bir ana kucağının şefkat ve sıcaklığını bahşetmiştir. Ki buna milletlerin kaderlerinde rol sahibi olan cengâverler, her zaman muhtaç olagelmiştir. Böyle bir tasarruftan mahrum olanların zaferlerini, zâhiren büyük olsa bile mânevî yönü olmadığı için hakîkatte bir zafer olarak telâkkî etmek mümkün değildir. Meselâ Atilla, Karakurum’dan hareket ederek Orta Avrupa’ya kadar 7.000 km mesâfe katetmiştir. Fakat ardında bıraktığı, kan, ıztırap ve gözyaşlarıdır... Bu ise, bir zafer değil, bir zulüm harekâtıdır.

Timurlenk’le Yıldırım’ın Ankara muhârebesi de, nefsânî bir mücâ­de­lenin hazin bir âkıbetle neticelenmesidir. Sonucu, hüsran dolu dul ve yetimler dramıdır. Çünkü muhârebe sonunda, on binlerce müslümanın kanı dökülmüş ve daha sonra Yıldırım Bâyezîd Han, hazin bir şekilde şehîd olmuş, Timur ise, dört bin kilometre yol katetmesine rağmen, eli boş olarak geriye dönmüştür.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013