Peygamberimizin Dilinden İman, İslam ve İhsan

Hadisleri

Cebrail'in peygamberimize sorduğu sorular nelerdir? Kader nedir? İslam nedir? İman nedir? İhsan nedir? Kıyamet ne zaman kopacak? Kıyametin yaklaştığını nasıl anlarız? Bu konu ile alakalı ayetler ve hadisler nelerdir? Dr. Murat Kaya anlatıyor...

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Birgün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) insanların yanına çıkmış aralarında oturuyordu. Bir kişi geldi ve:

«‒Îmân nedir?» diye sordu.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Îmân, Allah’a, meleklerine, Allah’a mülâkî olmaya (yani Allah’ın huzûrunda durup hesap vermeye ve amellerin karşılığını almaya), peygamberlerine ve öldükten sonra tekrar dirilmeye îmân etmendir.» buyurdular.

«‒Ya İslâm nedir?»

«‒İslâm, Allah’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmaman, namazı ikâme ve farz kılınmış zekâtı edâ etmen, Ramazan’da da oruç tutmantır

«‒Ya ihsân nedir?»

«‒Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Eğer sen Allah’ı görmüyorsan şüphesiz O seni görür

«‒Kıyamet ne zaman?»

«‒Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değildir. Ancak sana onun alâmetlerini haber vereyim: Ne zaman câriye, sâhibini yani efendisini doğurur, kim oldukları belirsiz siyah deve çobanları yüksek binâlar kurmakta birbirleriyle yarışa çıkarlarsa Kıyâmet iyice yaklaşmış demektir. Kıyâmetin tam olarak vakti, Allah’tan başka kimsenin bilemediği beş husustan biridir.»

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) bu sözlerinden sonra şu âyet-i kerîmeyi okudular:

«Kıyâmetin vakti hakkındaki ilim, şüphesiz Allah’a mahsustur. Yağmuru (istediği yere istediği vakitte) O yağdırır. Kadınların rahimlerindeki şeyleri O bilir. Hiç kimse yarın (hayır ve şer) ne yapacağını bilemez. Hiç kimse hangi toprakta öleceğini bilemez.» (Lokman, 34)

Bu cevaplardan sonra gelen kişi arkasına dönüp gitti. Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Onu geri çağırın buyurdular. Ancak ashâb-ı kirâm bütün aramalarına rağmen kimseyi göremediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«‒O Cibrîl (a.s) idi, insanlara dinlerini öğretmek için geldi buyurdular.” (Buhârî, Îmân, 37)

BU HADİS VE KADER İLE İLGİLİ AÇIKLAMA

Kurtubî’ye göre Sünnet’in esası (ümmü’s-sünne) denilmeye lâyık olan bu hadîs-i şerîf, “Cibrîl Hadîsi” diye meşhur olmuştur.

Bir meseleyi incelerken âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere bütüncül bakmak lâzımdır. Zira hem Kur’ân-ı Kerîm’de, hem de hadîs-i şerîflerde aynı mevzû muhtelif yerlerde farklı vecheleri öne çıkarılarak ve muhtelif şekillerde ortaya konmuştur. Îmân esaslarının zikredildiği âyet-i kerîmeler de böyledir. Yani onlarda îmân esaslarının tamamı aynı anda zikredilmemiştir.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de diğer hadis-i şeriflerinde iman esaslarını, buradakinden farklı olarak şöyle zikretmişlerdir:

İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerriyle birlikte kadere îmân etmektir.” (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1, 5; Tirmizî, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Ahmed, I, 97)

Kul şu dört şeye îmân etmedikçe mü’min olamaz: Allah’ın tek olup hiçbir ortağının olmadığına, benim Allah’ın Rasûlü olduğuma, ölümden sonra tekrar dirilmeye ve kadere.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 10. Krş. Tirmizî, Kader, 10/2145)

Yine Allah Rasûlü (s.a.v) kader husûsunda şöyle buyurmuşlardır:

Başına bir şey gelirse, «şöyle yapsaydım, böyle olurdu» diye hayıflanıp durma! «Allah’ın takdiri bu, O, ne dilerse yapar» de! Zira «Eğer şöyle yapsaydım» gibi sözler şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar. (Müslim, Kader, 34. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 10)

Cenâb-ı Hak kaderle alâkalı olarak şöyle buyurur:

“Hani, kız kardeşin gidip «Ona iyi bakacak birini size bulayım mı?» diyordu. Böylece seni, gözü aydın olsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni gamdan kurtardık ve türlü mihnetlerle seni imtihan ettik. Bu sebeple senelerce Medyen halkı arasında kaldın. Sonra da bir kader üzere (bu makama) geldin ey Mûsâ!” (Tâ-hâ, 40)

“Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, hiç çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir takdir ile her birinin hadd ü miktârını tayin ederek hepsinin mukadderatını hazırlayan Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân, 1-2)

“Ne Arz’da, ne de nefislerinizde bir musîbet başa gelmez ki biz onu fiile çıkarmazdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın! Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (el-Hadîd, 22-23)

“Haberiniz olsun ki biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır!” (el-Kamer, 49)

Bu âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinin Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e gelip kader husûsunda O’nunla tartışmaları üzerine nâzil olmuştur. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 10.)

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Kureyş müşrikleri gelip Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le kader hakkında münâkaşaya başladılar. Bu­nun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:

«Yüzüstü ateşte sürüklenecekleri gün kendilerine, “Tadın bakalım nasılmış Sekar Cehennemi’nin dokunuşu!” denecek! Haberiniz olsun ki biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır!» (el-Kamer, 48-49)” (Müslim, Kader, 19)

Gerek hadîs-i şerîf gerekse âyet-i kerîme açıkça kaderi isbât etmekte ve bunun her şeye âm ve şâmil olduğunu ifâde buyurmaktadır.

Abdullah bin Ömer (r.a)’nın kendi­siyle mektuplaştığı Şamlı bir arkadaşı vardı. (Onun kader inancını kabul et­mediğini öğrenen) Abdullah bin Ömer (r.a), ona şöyle bir mektup yaz­dı:

“Senin kader hakkında bir takım (inkârcı) sözler söylediğin bana ulaştı. Bundan sonra sakın bana bir daha mektup yazma! Çünkü ben Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i:

«Ümmetimin içinde kaderi yalanlayan bazı insanlar ortaya çıkacakbuyururlarken işittim.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6/4613; Ahmed, II, 90; Hâkim, I, 158)

Hz. Ömer (r.a) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:

“Dikkat edin! Sizden sonra bazı insanlar çıkacak ve recmi, deccâli, şefaati, kabir azâbını ve bazı insanların Cehennem’de yanıp kömür hâline geldikten sonra oradan çıkarılmasını yalanlayacaklar.” (Ahmed, I, 23; Abdü’r-Razzâk, Musannef, VII, 330; Ebû Ya’lâ, Müsned, I, 136)

İHSAN NEDİR?

Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi ibadet etmek, ihsân makâmının nihâyeti, en üst derecesidir. Bu, âriflerin makâmıdır.

Buna güç yetiremeyen bir alt basamaktaki murâkabe hâlinde bulunmaya gayret eder: Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunu hayâl eder, O’nun dâimâ kendini gördüğünü, gizli açık her şeyine muttalî olduğunu hatırından hiç uzak tutmaz.

Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî şöyle der:

“Şüphesiz ki ihsân, insanı iman ve İslâm dâiresinde yücelten mühim bir derecedir. Vicdânî duygular üzerinde kişinin aklî idrak düşüncesini Allah ile kontrol altına alması ve bu iknâ olma şuurunu nefis sahasında yaygınlaştırmasıdır. Bu sâyede varlıklarla olan muâmele ve onları idrakte öyle bir seviyeye gelir ki, başlangıçta kendisini Allah’a yönelmekten alıkoyan bu varlıklar, ihsân mertebesinde her an Allah’ı hatırlatır hâle gelir. Çeşitli varlıkların zâhirinde ancak Allah’ın sıfatlarının tecellîsini, birliğinin ve Rablığının delillerini görmeye başlar. Bu mertebedeki insan, namaza yöneldiğinde Allah ile arasına dünyevî şeyler ve varlıklar giremez. Çünkü bunlar, ancak insanın Allah’ı hatırlamasını, rubûbiyetinin sıfatlarını idrâkini ve vahdâniyetine yakînini artırır. Böylece kişi Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmeye başlar.

İhsan derecesine ulaşmanın yegâne yolu nefis tezkiyesi, Allah -azze ve celle-’nin zikri ve murâkabesini çoğaltmak, nefsânî arzu ve isteklerden kurtulmak için mücâhede ve mücâdele etmek ve dünya hayatına başıboş bir şekilde bağlanmaktan kurtulmakla mümkündür. Bunlara ulaşmak için edinilen vesileler, meşrû olduğu, içerisinde bid’at, Kitap ve Sünnet yolundan sapma olmadığı müddetçe makbul ve meşrûdur.

Burada ehemmiyetle bilmemiz gereken husus bu ümmetin selefinin ve hayırlılarının öğrettiği imanın korunması ve muhafazasının ancak ihsan kalesine sığınmakla mümkün olduğudur. Her kim bu dereceye ulaşmayı ihmâl ederse, imanı onu şehvet ve nefis fırtınasından koruyamaz. Bunu yerine kişi, dünyanın oyun ve eğlencesine dalmak sûretiyle, onun, felâket ve şiddetinden hiçbir zaman emin olunamayan belâsına kapılır. Nefsin saçmalıkları ve arzuları, imanı kuşatan ve bekleyen en büyük tehlikedir. Bunun silinmesi veya ortadan kalkması ancak Allah Teâlâ’nın muhkem Kitabı’nda defalarca emrettiği “Tezkiye” ile gerçekleşir.” (Bûtî, Selefiye, İstanbul 2009, s. 88.)

Tasavvuf, gerçek mânâsıyla İslâm’ın özü ve müslüman kişinin kalbinin derinliklerindeki cevherdir. Onsuz olan İslâm, insanların birbirlerine karşı güzel görünme, mücerret şekilcilik ve sloganlarından ibarettir. Bu öz, müslümanın kalbinde ilâhî rağbet ve korku oluşturarak bunun gerçek mânâda Allah sevgisi ve korkusuna dönüşmesiyle tezahür etmektedir. Tasavvuf, kişinin kalbini kirlerden, kötü düşüncelerden ve dünya sevgisinden temizler, haramlardan korunma, farzları yerine getirme, kul hakkını gözetme duygularını kuvvetlendirir. Bu konudaki en büyük örnek ve kılavuz Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. Daha sonra da bu ümmetin öncüleri olan sahabe-i kirâm gelir.

Bu faaliyeti isimlendirme husûsundaki tartışma ve problemler senin hakikati anlamana mânî olmasın! Zira bu özün İslâm’ın ilk devirlerinde zaten ismi yoktu. Onun aslı ve kaynağı, kişiyi nefsi arındırmaya ve ihsân derecesine ulaşmaya dâvet eden gerçek İslâm’dı. İslâm, kişilerin dış görünüşlerinden oluşan mücerret sloganlara dönüştürülüp kalplerin içi boşaltılmaya ve bu ulvî şiarların tersine hareket edilmeye başlayınca, Allah'ın zikri ve her an onun gözetimi altında olduğunu düşünen kişiler gerçek İslâm’ı açıkça ortaya koymak istediler. Kendilerine “mutasavvıf”, bu kalbî bağlılığa da “tasavvuf” ismini verdiler. Bugün bu ismi kullanmamızın hiçbir zararı yoktur. Bilâkis bu ismin teleffuzunda, İslâm’ın özünü idrak etmek ve rûhunu kavramak için tercih edip öne sürdüğümüz bir mânâ mevcuttur. Biz bu kavramı, sadece kişiyi şekillerden, dünya arzu ve isteklerinden alıkoyma mânâsına geldiğini düşünüp ihmal ederek hafife almamalıyız. Onlar İslâm’ın özüne sarılmış, onun cevheri ile boyanmış kimselerdir.” (Bûtî, Selefiye, s. 98-99)

Bu hadîs-i şerifte iman, islâm ve ihsan beyan edildikten sonra hepsine birden din ismi verilmiştir. Allah katında din de İslâm’dır. O hâlde İslâm’ın üçte birini tasavvuf teşkîl etmektedir. Tasavvuf’suz bir din telâkkîsi eksiktir.

İzzüddîn bin Abdi’s-Selâm, Hallü’r-rumûz ve mefâtîhu’l-künûz isimli eserinde şöyle buyurur:

Allah’a giden yolun zâhiri ve bâtını vardır. Zâhiri şeriat, bâtını ise hakîkattir. Şeriat içindeki hakîkat, sütün içindeki yağ veya mâdenin içindeki hazîne gibidir… Şeriat ve hakikatten murâd, senden istenildiği şekilde kulluğu gerçekleştirmektir. Hakikatsiz şeriat âtıldır, şeriatla birlikte olmayan hakikat de bâtıldır. Bu sözümüzü doğrulayan şey, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Hâris bin Mâlik (r.a)’e: «Ey Hârise, nasıl sabahladın!» sözüyle başlayan rivâyettir… (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VI, 170/30425; Beyhakî, Şuab, XIII, 159/30425; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57.) Şeriat haktır, hakikat da onun hakikatıdır. Şeriat, emirleri yerine getirmektir, hakikat ise Emreden’i müşâhede etmektir. İki cümle vardır ki hem şeriatı, hem de hakikatı aynı anda ihtivâ etmektedir. O iki cümle Cenâb-ı Hakk’ın; «Ancak Sana ibadet eder ve ancak Sen’den yardım dileriz» (el-Fâtiha, 5.) sözüdür. «Ancak Sana ibadet ederiz» cümlesi şeriatı, «Ancak Sen’den yardım dileriz» cümlesi de hakikatı ifade eder.” (İz bin Abdi’s-selâm, Hallü’r-rumûz ve mefâtîhu’l-künûz, Mısır: Matbaatu Cerîdeti’l-İslâm, 1317, s. 14.)

KIYAMET ALAMETLERİ NELERDİR?

“Câriyenin efendisini doğurması” şu şekillerde îzâh edilmiştir:

  • Anaların kendilerine câriye muâmelesini revâ görecek âsî çocuklar doğurması,
  • Köle ve câriyelerin çoğalması, câriyenin efendisinden doğurduğu çocuğun, babasının makâmına geçerek o câriyeye sâhip olması,
  • Ümmehât-ı evlâdın satılarak elden ele dolaşması ve maâzallâh bilmeden kendi evlâdının eline geçmesi yani insanların hâlinin bu derece fesâda uğraması.

Kim oldukları belirsiz siyah deve çobanlarının yüksek binâlar kurmakta birbirleriyle yarışa çıkmaları” ise, lüks ve refâhın artması, bir zamanlar fakir olan kimselerin dahî, büyük ve lüks binalar yapmakta yarışacak kadar zenginleşmesidir. Öyle bir zaman gelecek ki dünyânın, bütün zenginlikleri insanlara sunulacak, servet ve para, yegâne değer ölçüsü hâline gelecek, insanlar tüketim ve gösterişe düşkün olacaklardır. Servet ve sâmân zamanla değersiz, rezil ve sefil insanların eline geçecektir.