Zikrin Fazileti ve Hikmetleri

Allah`a İman

Kulluk vazîfeleri içindeki husûsî ehemmiyeti sebebiyle, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir.

Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâha ulaşmak, zikrin kalbde kazandığı mevkî ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gerçekleşir. Bu sebeple Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Rabbini, kendi içinde (kalbinde), yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle, gece-gündüz zikret! Gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205)

“...Allâh’ı zikretmek; elbette en büyük (ibâdet)’tir...” (el-Ankebût, 45)

(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerinde yatarken dâimâ Allâh’ı zikrederler...” (Âl-i İmrân, 191)

HAKKA VE HAYRA YÖNLENDİREN PUSULA

Vücut mülkünün sultânı mevkiinde olan kalb, zikrullâh ile ihyâ olup hakkı bâtıldan ayırt edebilecek bir nûra kavuştuğunda, bedeni hakka ve hayra yönlendiren bir pusula hâline gelir. Emri altındaki bütün uzuvlara isâbetli tâlimatlar verir. Netîcede Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk kıvâmına erişilir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zikrin fazîletini şöyle beyan buyurur:

“Allâh’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misâli, diri ile ölü gibidir.” (Buhârî, Deavât, 66)

Nitekim zikirden uzak kimseler, Allâh sevgisinden de uzak oldukları için ilâhî tehdîd altındadırlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler! Sakın mallarınız ve evlâtlarınız, sizi Allâh’ı zikretmekten alıkoymasın! Kim böyle yaparsa, işte onlar, hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir.” (el-Münâfikûn, 9)

“...Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!..” (ez-Zümer, 22)

“Kim Rahmân (olan Allâh)’ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (ez-Zuhruf, 36)

“Kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun hakkı dar bir geçimdir ve Biz onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ, 124)

Zikrullâh’tan gâfil kalmanın büyük tehlikeleri sebebiyledir ki, Cenâb-ı Hak, biz kullarına bu hususta pek çok îkazlarda bulunmuştur. Bunlardan birinde şöyle buyurur:

“Îmân edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16)

Bu âyet, Mekke’de çile ve sıkıntı içinde yaşadıkları hâlde, hicretten sonra bol rızık ve nîmetlere kavuştukları için gevşeyen birkısım sahâbîyi îkâz için nâzil olmuştur. (Bkz. Süyûtî, Lübâb, II, 151-152)

Hazret-i Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm- birer peygamber oldukları hâlde, Cenâb-ı Hak onları tebliğ için Firavun’a gönderirken:

“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün. Ben’i zikretme husûsunda ihmâlkâr davranmayın.” (Tâhâ, 42) buyurmuştur. Böylece onları dahî zikirden uzak kalmama husûsunda îkâz ederek, bizlere bir örnek ve ibret teşkil etmelerini murâd eylemiştir.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her an zikrullâh ve murâkabe hâlinde bulunmanın lüzûmu hakkında şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh’ı unutarak yapılan çok konuşmalar kalbi katılaştırır. Allâh’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62/2411)

ZİKRULLÂH ŞUURU

Mü’min gönüllerin gaflet katılığından kurtulup ilâhî rızâya nâil olabilecek hassâsiyete ulaşmalarının yolu, “zikr-i dâimî”den geçmektedir. Bu da bir müddet veya bir dönem değil; bir ömür boyu, her nefes alıp verişte zikrullâh şuurunu taşımakla mümkündür ki, ancak bu sâyede mânevî uyanıklık hâsıl olur.

Nitekim Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle demiştir:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ânında Allâh Teâlâ’yı zikir hâlindeydi.” (Müslim, Hayz, 117)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-:

“Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (el-Ahzâb, 41) âyetini tefsîr ederken şöyle der:

“Allâh Teâlâ, kullarına farz kıldığı her ibâdete belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta mâzeret sâhibi olanların özürlerini de kabûl etmiştir. Ancak zikir, bunun dışındadır. Allâh Teâlâ zikir hakkında nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklı muhtel hâle gelenin dışında, zikri terk eden hiç kimsenin mâzeretini de kabûl etmez. Cenâb-ı Hak, insanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.”

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zikretmeyi ve ehl-i zikrin yanında bulunmayı teşvik sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmak, bana İsmâiloğulları’ndan dört tânesini kölelikten kurtarmaktan daha sevimli gelir. Yine Allâh’ı zikreden bir cemaatle, ikindi namazı vaktinden güneş batıncaya kadar beraber olmak, bana dört kişi âzâd etmekten daha sevimlidir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3667)

Diğer taraftan Peygamber Efendimiz’e getirdiğimiz salavât-ı şerîfeler, namaz, tesbîh, tahmîd, tekbîr, tehlîl ve istiğfar gibi ibâdetler yanında bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okumak ve âyetler üzerinde tefekkür etmek de bir zikirdir

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

ZİKRİN ÇEŞİTLERİ NELERDİR?