Yükselen Değer Pişkinlik

RÖPORTAJ

Yar. Doç. Dr. Ahmet Tahir Dayhan ile konuşan Zehra Aydoğdu haya, edep, saygı gibi kavramları alarak günümüz hakkında bilgi verilyorlar... Yükselen değer, pişkinlik başlığı ile yayınlanan yazıda toplumun var olan yapısı üzerinde konuşuluyor...

Utanmayı bize kim öğretmişti hocam? Yahut utanmak, öğrenilen değil, hepimizin hamuruna miktarı değişkenlik göstererek katılan bir şey mi?

Utanmayı, sıkılmayı, arlanmayı, hayâ etmeyi, hicâb duymayı, teeddüp etmeyi, mahcup olmayı, hacâleti… İlk, anne ve babamızdan  öğreniriz. Aslında temiz fıtratla birlikte Allah tarafından ikram edilen bir duygu bu. Uzak durulması gereken durumları  hissedebilmemiz için işletim sistemimize konmuş, saf ve kusursuz kalabilmeye, haddi aşmamaya yarayan bir program. İçimize  yüzümüze ateş bassın da bir kere daha düşünelim diye. Farkına varışımız ebeveynimizle başlar. Utanç veren, nezâket dışı, ahlâka ve  edebe ters, uygunsuz, müstehcen vesâire... kısaca adına “ayıp” denilebilecek bütün hâl ve davranışlar önce onların önünde öğrenilir.  Bu öğreniş sürecinin, silsile hâlinde Havvâ annemize, Âdem babamıza kadar giden bir de mâzisi vardır.

Yaklaşılmaması  istenen yasak ağacın meyvesini yiyip de edep yerleri göründüğünde, Âdem (aleyhisselâm) Cennet’te saklanacak yer aramış.  Kendisine seslenen Cenâb-ı Hakk’a; “Utanıyorum senden Yâ Rabbi” (estahyî minke yâ Rabbi) demiş. Sonrasını A’râf Sûresi’nin  başındaki ve Tâhâ Sûresi’nin sonundaki âyetlerden biliyoruz. Sınırı geçtiler ve “zâlimlerden” oldular. İşte o hâdiseden esinlenerek bir tarif getirebiliriz utanmaya: “Her haddi aşma bir hayâsızlık ve her utanmayış bir nefse zulümdür” diyebiliriz. Ve yine diyebiliriz ki;  utanmanın tarihi ilk insanla başlar. Onların ilk utanışı “fıtrî hayâ”, sonraki mağfiret yakarışları ise “îmândan bir cüz olan hayâ” olarak  anlaşılabilir. Bu ikincisi “öğrenilen utanma”dır ve kişiden kişiye “imânın kıvâmı ve kuvveti” nispetinde değişir.

Hocam, “utanç bizi terk mi etti” diyorlar. Onu gücendirdik mi, yoksa aldattık da mı gitti?

Hamurumuzda olan şey bizi terk etmez; biz onu terk ederiz. O bizi aldatmaz; biz onu aldatırız. Kavramları yeniden tanımlayan Allah  Rasûlü ; “Günah (ism), içini tırmalayan ve başkalarının mutt ali olmasını istemediğin şeydir” buyuruyor ya. İçimizi tırmalasa da  umursamayabilir, âlem görecek diye çekinirken “Allah görse de ne çıkar” diyebiliriz. Zâlimlerden olabiliriz yani. Oysa Fahr-i Kâinât Efendimiz; “Allâh, kendisinden utanılmaya insanlardan daha lâyıktır” buyuruyorlar. Dolayısıyla utanmayı terk ederken terk ett iğimiz  Allah, utanmayı gücendirirken gücendirdiğimiz Cenâb-ı Mevlâ’dır. Başka iki hadîs-i şerif daha geliyor aklıma: “Hayâ ve îman bir  aradadır; biri gitt iğinde diğeri de gider!” “Hayâ ancak hayır kazandırır.” Şimdi tekrar tefekkür edelim; utanmayı kaybedince aslında  neleri kaybetmiş olduğumuzu. “Utanmayı aldatmak” aslında tam bir “aldanmak”tır.

Neden utanmıyor veya neden utanmak istemiyoruz hocam?

Artık bizi anne ve babamız (Havvâ ve Âdem aleyhimesselâm) eğitmiyor da ondan. Peygamberimiz’in ashâbına hatırlatt ığı  tarihî bir anekdot var: “İlk peygamberlerden itibâren halkın hatırında kalan bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” Bir  topluma peygamberler yol göstermiyorsa, onlar “dilediğini yapan insanlar” hâline gelirler. Helâl-haram dairesinden çıkarlar. Daha Türkçesi; arsızlaşırlar, ar-hayâ perdeleri yırtılır, alın damarları çatlar. Oysa utanmak, şahsiyetimizi şer’î ölçüler içinde tutan manevî bir  kalkandır.

Bizi eğiten; bütün şubeleriyle “medya.” 24 saat “helâlden nasıl kaçılır, harama nasıl düşülür” dersleri veren işitsel, görsel ortam.  Azınlıktaki peygamber yolcularının câzibesi yok. Şeytan ya da nefis “yasak ağacı” süslü gösteriyor. Dilediğimizi yapabilmek için  utanmıyoruz; utanmak istemiyoruz. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin şöyle dediği nakledilir: “Hayâ, Yüce Mevlâ’nın sayısız nimetlerini görme ve bu nimetler karşısında ne kadar kusurlu olduğumuzu fark etme hâlidir.” Medya dünyaya açılan bir pencere değil; imanlı kalpleri körelten, nimetleri gören gözleri karartan bir perde. Nimett e kusur aramaktan, kendi kusurlarımızı göremez  olmuşuz. Kusurlarımızı görmemek nankörlüğe, nankörlük kalp katılığına, kalp katılığı da utanmazlığa yol açıyor bir süre sonra.  Kelâm-ı Nebevîyi hatırlayalım: “Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse Cennett edir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı  olan da Cehennemdedir!..”.

Nerede Hz. Peygamber’in; “Elbisesini evinin haricinde bir yerde çıkaran her kadın, mutlaka Allah ile kendi arasındaki perdeyi yırtmış  olur” sözü; nerede, en mahrem görüntüleri evlerimizin ortasına taşıyan televizyon programlarının “Rabbiyessir’i gitmiş, suratı  süngerle silinmiş” aktörleri... “Şüphesiz çirkin söz ve fiillerin inananlar arasında yaygınlaşmasını isteyenler için dünyada da âhirett e de pek elem verici ve can yakıcı bir azap vardır.” (Nûr, 24/19)

Utançtan bize, utanmaktan utanır olmak kaldı sanki. Bir yazarın “ozon tabakasının mı yoksa toplumun ar damarının mı daha hızlı  delindiğine” değindiğine şahit olmuştum. Atbaşı mı ilerlemekteler?

Sanırım ikisi de sanayileşmenin en kızgın dönemlerinde en azgın seviyeye gelmiş olan olgular. Refah seviyesi yükseldikçe  dindarlıkta azalma, perdesizleşme ve hayâda yırtılma meydana geliyor. Organik yakıtlar ozon tabakasını inceltirken, Cehenneme  yakıt olacak olan isyankâr davranışlar da utanç perdelerini inceltiyor. Ahlâkî kavramların içinin kapitalist eller tarafından sinsice boşaltıldığına şahit oluyoruz. Şimdilerde “yönetim dersi” veren sözde eğitmenler, artık işverenlere “utanmama, kızarmama” taktiklerini anlatıyorlar mesela. Yükselen değer “pişkinlik.” Utanmak bir kusur sayılmaya başladı. Yırtıklık, yüzsüzlük revaçta.  Karacaoğlan’ın “Yalnız git yoldaş olma yüzsüze / Selâm verme erkânsıza yolsuza” sözü unutulmuş; değerler ters yüz olmuş. Mehmet  Akif’in “Hayâ sıyrılmış inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde” diyerek bahsettiği “perde”nin bile ne olduğunu hatırlayan kalmadı şimdi.

İnsanlar arası iletişimde göz temasından uzak durmak, samimiyetsizliğin göstergesi onlara göre. “Karşınızdakinin gözlerinin içine  bakarak konuşmak veya dinlemek, etkileyici olmanın yanında onu önemsemektir, ciddiye almaktır” diye lanse ediliyor. Oysa tasavvuf  geleneğimizde “nazar ber kadem” vardı; “ayağa bakarak yürümek.” Gözünüzü dikmek bir bakıma ayıptır, bir bakıma da göz ile gönül  arasındaki irtibattan ötürü nefis terbiyesine mânidir. Biliyoruz ki Rasûlullah sahip olduğu yüksek hayâ duygusu sebebiyle hiç  kimsenin yüzüne nazarlarını dikmez, dikkatlice bakmazdı. Ashâb-ı Kirâmdan Mısır fâtihi Amr b. el-Âs , âhir ömründe şunları söylemiş: “Alllah Rasûlü ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat onun huzurunda duyduğum utanma hissi ve ona karşı beslediğim  ta’zim duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübarek ve nurlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana; ‘Bize  Rasûlullah’ı tavsîf et, onu anlat’ deseler, inanın anlatamam.”

Son olarak hocam, utanç şu anda nerede olabilir? Nelerin ardında onu arayalım?

Çok uzağımızda değil; aslında yanıbaşımızda utanç. En baştaki sorunuzun cevabını şimdi biraz daha netleştireyim; “utanç öğrenilen  bir şeydir.” Utanabilmek; ahlâkta bir aşamadır. Bu yüzden çaba ister, gayret ister. Utanç, Rasûl-i Ekrem’in yolundan yürümekle  elde edilebilen bir fazilet olduğundan, onu Sünnet-i Seniyye’nin tam ortasında aramak gerekir. Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Allâh’tan hakkıyla utanmak; başı ve üzerindeki azâları, bedeni ve ondaki azâları muhafaza etmeniz, ölümü ve toprakta çürümeyi  hatırlamanızdır. Ahireti dileyen, dünyanın zînetini terk edip ahireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse,  Allah’tan hakkıyla utanmış olur.”

Helâke giden yolun hayâsızlıktan geçtiğini de yine O’ndan öğreniyoruz. Yani nerede aramamamız gerektiğini: “Hiç şüphesiz Azîz ve  Celîl olan Allah, bir kulu helâk etmek istediği zaman, ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı alınca, o kul ancak gazaba uğrayan biri olur.  Gazaba uğradığı zaman, kendisinden emânet kaldırılır. Emânet kaldırılınca, o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar ve mel’ûn olur. Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!” Öyleyse utanmak, iyi bir mü’min olmaktır. Demir parmaklıklar ardındaki babasına hasret Filistinli  kızın; “Ey her sabah çocuklarınızı öpen siz babalar! Size sesleniyorum! Utanın! Utanın!...” (İleyküm yâ men tükabbilûne ebnâeküm  külle sabâh! Fe ârun aleyküm! Ârun aleyküm!) haykırışına duyarsız kalmamaktır. Çünkü utanmak, unutmamaktır. Umursamaktır.

Kaynak: Genç Dergi, Mayıs 2011